29 Kasım 2012 Perşembe

MÜŞRİK ARAPLAR VE GELENEKLERİ

MÜŞRİK ARAPLAR VE GELENEKLERİ



Hz. İbrahim ve ismail'in tebliğ ettiği Hanif Dini üzere bulu­nan Araplar zamanın geçmesiyle, sahip oldukları bu inançlarını tahrif ederek, tevhidi bırakmışlar, şirke yönelmişler, çeşitli putla­ra tapmaya başlamışlardı. Arapların, şirk ve küfür içinde oldukla­rı İslâm öncesi bu döneme Cahiliye Devri denilmektedir. Tev-hid'in kıblesi olan Kabe putlarla doldurulmuş, Hz. ibrahim'in sünneti tahrif edilmişti.

Huza'a kabilesinin Mekke'ye hakimiyeti esnasında onların başkanları olan Amr b. Luhay el-Huzaî, Hz. ibrahim'in Dini'ni tahrif etmiş, Suriye'den getirdiği Hübel adlı putu Kabe'ye yerleş­tirmiştir. Onun Araplar arasında putperestliği yayan kimse oldu­ğu kaydedilmektedir. Yine O, Hz. ibrahim'in Sünneti'nde birçok hususu tahrif etmiş, Bahîra, Şaibe, Vasile, Hami gibi adak çeşitle­rini ortaya atmıştır. Müşrik Araplar Hz. ibrahim'in tevhid dini Haniflik'ten ayrılmış olmalarına rağmen, yine de ondan kalan ba­zı izleri bir gelenek halinde devam ettirmişlerdir. Şimdi, müşrik araplarm Asr-ı Saadet'te sahip oldukları bazı geleneklere yer ver­mek istiyoruz. [131]



a) Gusül:


Cahiliye döneminde kendilerine Hanif denilen ve Hz. ibra­him'in Sünneti üzere yaşamaya çalışan bazı kimselerin yanında, müşrik araplar da cünüplükten dolayı gusletmekte, mazmaza ve ıstinşak yapıp, misvak kullanmaktaydılar.[132] Nitekim Mekkelile-nn başkanı Ebu Süfyan, Bedir savaşında müşrik ordusunun hezi­mete uğramasından dolayı, Hz. Peygamberle savaşmcaya kadar cünüblükten dolayı başına su değdirmemeyi adamıştı,[133] Süheylî, Ebu Süfyan'm bu nezri ile ilgili olarak 'cünüblükten dolayı guslet­mek, Cahiliye devrinde hac ve nikâh gibi Hz. ibrahim'in Dini'nden kalma bir iz olarak kendisiyle amel edilen bir husustu' demekte­dir.[134]

Yine müşrik arap kadınlara bu dönemde, hayızh oldukları halde putlara yaklaşmıyor, onlara el sürmüyorlardı. Bunun sebe­binin hayızh kadınların temiz kabul edilmemesi olduğu açıktır. Cahiliye dönemi şiirlerinde buna dair bilgilere rastlamaktayız. Nitekim Cahiliye dönemi şairlerinden Bala b. Kays b. Yamer, bir sininde:

"Düşmanları da bıraktım, kuşlar biraz uzaklarında bekleşi-yorlardı, hayızh kadınların Menâfi çevresinde bekleyişleri gibi."[135] demektedir. Bişr b. Ebi Hazım da bir şiirinde:

"Başında kuşlar oturuyormuş gibi hareketsiz, ona yaklaşıl­maz, Hayızlılann îsâf önünde duruşları."[136] demiştir.

Şiirlerde bahsedildiği gibi, Cahiliye devrinde hayızh kadınla­rın putlara yaklaşmamaları, bu devirdeki müşrik kadınların te­mizlenmek ve onlara dokunabilmek için hayızdan sonra yıkan­dıkları ihtimalini hatıra getirmektedir. Bunun da, Hz. ibrahim'in Dini'ninden kalan, tahrif edilmiş bir gelenek olduğu açıktır. [137]



b) Namaz:


I. Goldziher, namaz ibadetinin Cahiliye devrinde mevcut ol­madığını, "Salat" teriminin Hıristiyanlık'tan alınma Arapça olma­yan bir kelime oluşunun buna delil teşkil ettiğini iddia etmiştir.[138]

Cahiliye döneminde namaz ibadetinin olmayışı, eğer doğru kabul edilirse, Hz. ibrahim'in Dini'inde mevcut olan namaz ibade­tinin, zamanla cahiliye Arapları tarafından terkedilip, unutul­muş olduğunu gösterir. Cahiliye Araplarmm Hz. ibrahim'in Dini'nde mevcut olan birçok hususu unuttukları gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim Ebu Zer ve Kus b.Saide'nin, Cahiliye döneminde namaz kıldıklarını daha Önce kaydetmiştik.[139] Ayrıca KurJan-ı Kerim'de yer alan, "Kabe'deki ibadetleri (Salat) sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir"[140] ayeti Cahili­ye döneminde müşrik araplarm namaza yabancı olmadıklarını göstermektedir. Nitekim bu dönemde müşrikler, erkek-kadm, açıksaçık el ele tutuşur, Kabe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece, ibadet ediyoruz diye çalar, oynar, hora te­perler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Hz. Peygamber Kabe'ye gelip namaz kılmak ya da Kur'ân okumak istediği zaman, çoğu zaman böyle ayin yapmakta ileri giderler, kendileri de namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi gösteri ve gürültü yaparlar, bunu kendileri­ne bir ibadet sayarlardı.[141]

Yine Cahiliye döneminde Ka'b b. Lüey'in Kureyşliler'i Cuma günü toplayıp, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir iba­det yaptığını daha önce kaydetmiştik. Bugüne Cuma, Maruzat (Açıklama), Yevmü'l-Arube (Araplık Günü) denilmekteydi.[142]



c) Bayram:


Cahiliye devrinde Medinelüer'in iki bayramından bahsedil­mektedir. Medineliler bu günlerde oyun oynar ve şenlikler yapar­lardı. Hz. Peygamber, Medine'ye hicret ettiği zaman Medineli-ler'in bu bayramlarım görünce: "Bu iki gün nedir?" diye sormuş, onlar da "Biz cahiliye devrindeyken bu iki günde şenlik yapardık" diye cevap vermişlerdi. Hz. Peygamber de "ALLAHü Teala, sizin bu iki bayramızım onlardan daha hayırlı iki bayram ile değiştirdi: lyd-i Fıtır ve Iyd-i Edhâ" buyurmuştu.[143] Bazı kaynaklarda Cahili­ye Döneminde Medinelilerin kutladıkları bu iki bayram gününün Nevruz ve Mihrican günleri olduğu kaydedilmektedir.[144]



d) Yağmur Duası:


Yağmur duasına çıkma âdetinin Cahiliye dönemi Arapları arasında da mevcut olduğunu görmekteyiz. Nitekim Abdülmutta-lib'in, yamnda Hz. Peygamber olduğu halde Kureyşlilerle birlikte Ebu Kubeys dağına yağmur duasına çıktığı ve onun Peygamberi-miz'in yüzü suyu hürmetine yağmur dilemesinden sonra, çok geçmeden yağmur yağdığı kaydedilmektedir.[145] Daha sonraları Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib de Kureyşlilerle birlikte yağ­mur duasına çıkmıştır. Ebu Talib'in Hz. Peygamberin elinden tu­tarak Kabe'ye götürdüğü ve O'na dua ettirdiği, bundan sonra yağ­mur yağıp Mekke derelerinin sularla dolu taştığı nakledilmekte­dir.[146]



e) Cenaze Uygulamaları:


Cahiliye döneminde Araplar, cenazelerim yıkarlar, kefenler­ler, üzerine dua okurlardı. Ölünün tabuta konulmasından sonra, velisi ayağa kalkarak, ölünün bütün iyiliklerini sayar, medheder ve sonra: "ALLAH'ın rahmeti senin üzerine olsun" derdi. Bu bir çeşit cenaze namazı sayılır, daha sonra cenaze defnedilirdi.[147]

Kaynaklarımız, Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib'in cena­zesinin yıkandığım, kefenlenip defnedildiğini haber vermekte­dir.[148] Peygamberimiz'in hanımı Hz. Hatice de vefat ettiği zaman, cenaze namazı henüz farz kılınmadığı için Cahiliye devri usulüne göre dua yapılmıştı.

Yine Cahiliye Devri'nde "Beliyye" denilen bir uygulama daha vardı. Buna göre, Müşrik Araplar, ölenin mezarının yanma bir de­ve getirirler, devenin boynuna bir halka takarlar ve hayvanı ölün­ceye kadar bu şekilde mezarın yanında bırakırlar veya mezara gö­merlerdi. Buna da "Beliyye" derlerdi.[149]

Cahiliye Dönemi'nde bir kişi Öldüğü zaman Araplar, çarşı, pa­zar, sokak ve evlere adamlar göndererek bir kimsenin öldüğünü ilan ederlerdi. Araplar arasında yaygın olan o zamanki âdete göre, şerefli birisi öldüğü ya da öldürüldüğü zaman, kabilelere bir atlı gönderilir, o da "Filanın ölümü ile araplar helak olmuştur" gibi sözlerle, o kişinin öldüğünü duyururdu.[150]

Yine bu devirde cenazeye katılan müşrik Araplar bir takım aşırılıklarda bulunur, üzüntülerini dile getirmek için elbiselerini değiştirirler, matem elbisesi giyerlerdi. Cenaze geçerken de ayağa kalkarlardı. Cahiliye dönemi Araplarımn "Ben Öldükten sonra arkamdan matem tutun" diye vasıyyet ettiklerini görmekteyiz. Nitekim Cahili şair Tarafe'nin öldükten sonra kendisine layık bir şekilde matem tutulmasını bir beyitinde vasiyet ettiğini bilmek­teyiz:

"Ben öldüğüm zaman bana yakışır bir surette ağla, Benim için yakalarını yırt, ey Ümmü Mabed"[151] Peygamberimiz'in dedesi Abdülmuttalib de, vefat edeceği za­man kızlarını toplayarak ağıt yaktırmıştır.[152] Müşrik Araplar ma­tem tutarken, Ölünün iyiliklerim sayarak ağlarlar, feryad ve figan ederler, yanaklarını, yüzlerini, başlarım, dizlerini döverler, yaka­larını ve elbiselerini yırtarlar, yüzlerini tırmalarlar, manzumeler­le ölünün iyiliklerim yayarlar, kendilerinin de helak olması için dua ederlerdi.[153]

Yine Cahiliye Dönemi'nde cenaze sahipleri yemek hazırlaya­rak cenazeye katılanlara ikram ederlerdi.[154] Bu husus da matem­den sayılırdı. [155]



f) Oruç:


Cahiliye Dönemi'nde Kureyşliler'in Receb ayında oruç tut­tukları kaydedilmektedir.[156] Yine bu dönemde Kureyş'in işledikle­ri bir günaha kaffaret olmak üzere veya kıtlık tehlikesine karşı şükran borcunu ödemek için oruç tuttukları nakledilmektedir.[157]

Kaynaklarımızda, Cahiliye döneminde hem Kureyş'in, hem de Hz. Peygamberin Aşura günü oruç tuttuklarından bahsedil­mektedir.[158] Cahiliye devrinde görülen bir oruç çeşidi de "Sükut Orucu"dur. Cahiliye Arapları bir gün boyunca hiç konuşmazlar ve bunu bir ibadet sayarlardı. Hz. Peygamber: "Bir gün, bir geceye kadar sükut etmek yoktur" buyurarak bu âdeti yasaklamıştır.[159] Buharî'nin kaydettiğine göre, Hz. Ebu Bekir de, Zeynep adlı bir kadının sükut orucu tuttuğunu görerek, "Bu iş cahiliye fiillerin-dendir" diyerek kendisini uyarmıştır.[160]



g) Hac:


Hz. ibrahim devrinden kalma hac ibadetinin Cahiliye döne­minde de devam ettiğim ve ihram, telbiye, vakfe, tavaf, sa'y, cem­relerin taşlanması, kurban kesilmesi gibi esasları içindu bulun­durduğunu bilmekteyiz.

İhram, Vakfe, Tavaf, Sa'y ve diğer uygulamaları: Kaynaklarımız, Cahiliye devrinde müşriklerin, putlar için ih­rama girdiklerini haber vermektedir. Bu dönemde Medineliler-den bir kısmı Müşşellel mevkindeki Menat putu için telbiye ede­rek ihrama girerken,[161] Medinelilerden diğer bazı kimseler ise deniz tarafında bulunan Isâf ve Naile adlı bir put için ihrama girmekteydiler.[162] Yine Cahiliye devri halkı ihramdayken hayvan eti ve yağ yemeyerek, perhiz yapmaktaydılar.[163] Bu dönem halkı­nın, ihrama girmeyi bir takım lüzumsuz ilavelerle zorlaştırdıkla­rım da görmekteyiz. Söz gelimi ihrama girdikleri zaman gölgede oturmazlar, eve yahut çadıra girmeleri gerektiğinde, evin arka tarafını delerek veya evin üstünden atlayarak, ya da merdiven kurarak içeri girerler ve bunu bir iyilik sayarlardı. Medineliler de hac dönüşlerinde evlerine kapılarından girmezler, evlerinin arka­larından içeri girerlerdi. Aksi bir davranış şiddetle kmanırdı.[164] Kureyş ve Harem halkı ise, ihramlı iken evlerine kapılarından girip çıkarlardı. Ancak Medineliler ile Ehl-i Meder ve Ehl-i Veber (Köylüler ile Çadırda yaşayanlar) ihramlı iken evlerine ve çadırla­rına kapılarından girmezlerdi.[165] Cahiliye döneminde haccedenler ihramdan çıkmak için traş olurlardı. Bu dönemde Medineliler îsâf ve Naile adlı putlar için telbiye ederek ihrama girerler, Safa ve arasında sa'y yaptıktan sonra traş olurlardı.[166] Diğer bazı kabileler ise tavan bitirdikten sonra Menat adlı putun yanına ge­lirler ve başlarını bunun yanında traş ederlerdi.[167]

Cahiliye döneminde Kabe özel bir kıyafetle tavaf edilir, Mekkeliler bu iş için özel bir kıyafet satarlardı. Bu kıyafeti satın alamayanlar çıplak tavaf ederlerdi. Bu hususa hem Kur'ân-ı Ke-rim'de hem de hadislerde işaret edilmiştir.[168]

Cahiliye dönemi Arapları, Amr b. Luhay'dan beri telbiyeleri-ne şirk karıştırmışlardı. Kaydedildiğine göre, Kureyş, Kinane ve Huza'a kabilelleri, "Buyur ALLAHım, buyur! Buyur, senin ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır. Sen ona ve onun sahip oldukları­na hükmedersin" şeklinde telbiye ediyorlardı.[169] Araplar, bu şirk dolu telbiyelerinde "ortak'la Hübel ve îsaf adlı putları kasdeder-lerdi.[170] Diğer kabilelerin de ayrı ayrı telbiyeleri vardı. Bunların da içine şirk ifade eden sözler karıştırılmıştı.[171]

Cahiliye döneminde Kinane, Kureyş ve Huza'a kabileleri ken­dilerine "Hums" adım vererek, diğer Araplardan üstün ve ayrıca­lıklı olduklarını iddia ederlerdi. Bunlar, hac esnasında Ha­rem'den dışarıya çıkmazlar, Müzdelife'den ileriye gitmezlerdi. "Biz harem halkıyız, Harem halkıyız, Harem'den dışarı çıkmayız" derlerdi. Vakfe için Arafat'a çıkmayarak, Müzdelife'de vakfe ya­parlardı. Buna gerekçe olarak da "Biz, Hz.İbrahim'in evladıyız. Kabe'nin sahipleriyiz. Mekkeliyiz. Arap kabilelerinin hiçbirinin ferdleri bizim şeref ve asaletimize sahip değillerdir. Bundan sonra hiçbir şeye tazim etmeyip, bütün hürmetimizi Harem dahiline hasretmeliyiz. Arafat'ta halk ile vakfe yapmak bizim kadrimizi düşürüyor" fikrini ileri sürerlerdi.[172] Böylece Arafat vakfesini tah­rif etmişlerdi. Diğer Arap kabileleri ise Arafat'ta vakfe yaparlardı. Arafat'tan da güneş tam dağın tepesindeyken dönerlerdi. Hacıları Arafat'tan indirme vazifesi de Mudar oğullarına aitti. Bu vazife onlardan Gavs b. Mürr tarafından yerine getirilirdi. Bu zatın lakabı "Sufe" idi. Bu vazife daha sonra çocuklarına geçmişti.

Arafat'ta vakfeden sonra Araplar, "Ey Sufe izin ver de inelim" der­lerdi. O zaman bunlardan biri kalkıp izin verdiğini ilan ederdi.[173]

Cahiliye döneminde güneş doğmadan evvel Müzdelife'den ha­reket etmezlerdi. "Ey Sebir dağı aydınlan ki, biz de acele kurban kesmeye gidelim" derlerdi.[174] Güneş doğuncaya kadar Müzdeli-fe'de duran müşrikler, burada babalarını, dedelerini överek, övü­nerek vakit geçirirlerdi. Söz gelimi bu esnada bir adam dağın tepe­sinde ayağa kalkar, "Ben filan oğlu filanım, ben şöyle yaptım. Ba­bam da yedirir içirirdi. Başkalarının borçlarını öder, diyetlerini üzerine alırdı. Dedem de böyle yapardı" der, diğer insanlara karşı ovunurdu. Arafat'tan gelen hacılar görsünler de yollarım kaybet­mesinler diye geceleyin Müzdelife'de ateşler yakılırdı. Bunu ilk defa Peygamberimiz'in dedelerinden Kusay yaptırmıştır.[175]

Cahiliye devrinde, hacıların Müzdelife'den Mina'ya gidebil­mesi için de Benî Sufe denilen bir ailenin izin vermesi gerekirdi. Bu olay kurban kesileceği günün sabahında cereyan ederdi. Bu vazifenin başında Zeyd b. Advan oğulları bulunuyordu. Onlardan bu işin başında son olarak bulunan Ebu Seyyare Ümeyle b. Azel idi. Bu zat, kafile başkanı olarak çıplak bir eşek üzerinde kırk yıl devamlı bir şekilde hacıları Müzdelife'den Mina'ya götürmüş­tür.[176] Yine bu dönemde müşriklerden bazıları, Mina'dan Mek­ke'ye üç günden evvel inmeyi, bazıları da dördüncü güne kalınma­sını günah saymaktaydılar.[177]

Kabe'nin tavafı eski Arapların ibadet hayatında çok önemli bir yer işgal etmiştir. Tavaf ile aynı manaya gelen "Davar" kelime­si, bazan onun yerini almıştır. Ancak kaydedilen bazı Cahili Arap şiirlerinden tavafın sadece Kabe'ye mahsus olmadığı, müşrikler tarafından putların da tavaf edildiği anlaşılmaktadır.

Müşrikler, Kabe'yi tavaf esnasında şiirler okur, kurbanlar keserlerdi. Bu ibadetler, Hums'a mensup olan Kureyş'in seçkin ve asil kişilerince idare edilirdi, ibadet maksadıyla (Tahannüs) her yıl Hira'ya çıkan Kureyşliler, dönüşte Kabe'yi tavaf etmeden evlerine girmezlerdi.[178] Bu dönemde Araplar, Kabe'yi yedi defa ta­vaf ederlerdi.[179] Kureyş kabilesi tavaf esnasında şöyle derdi:

"Lât hakkı için, Uzzâ hakkı için,

Onlar yüksek turnalardır,

Onların şefaatlerine ümit bağlanabilir,

Üçüncüleri Menat hakkı için."[180]

Kur'ân-ı Kerim, Cahiliye Araplarmm Kabe'deki ibadetlerinin sadece ıslık çalmak ve el çırpmak'tan ibaret olduğunu haber ver­mektedir.[181] Bu dönemde müşrikler, erkek ve kadın, açık-seçik el ele tutuşur, Kabe'nin etrafında dolaşır ve ıslık çalıp el çarparlardı. Böylece, ibâdet ediyoruz diye çalar oynar, hora teperler ve yaptık­larını alkışlarlardı. Bu müşrikler 'Kabe'nin etrafında "Mükka" kuşu gibi ıslık çalarak dolaşmazsak haccımız tamam olmaz' der­lerdi.[182] Cahiliye Araplannm Kabe'yi çıplak olarak tavaf ettikleri kaydedilmektedir. "Hums" denilen Kureyş, Benî Amr, Sakîf, Hu-za'a gibi kabileler müstesna, diğer Araplar, Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Eğer Hums kabileleri, bunlara tavaf için elbise ve­rirlerse, bu elbiseleri giyerek tavaf yaparlardı. Bunun için erkek­ler, erkeklere, kadınlar da kadınlara elbise verirler, Humslular-dan elbise alamayanlar ise çıplak tavaf ederlerdi.[183] Bu konuda Dabba'a bint Amir adlı bir kadının çıplak larak Kabe'yi tavaf ederken söylediği bir şiir bu konuda ip ucu vermektedir:

"Bugün, vücudumun bir kısmı veya hepsi gözükür, Fakat ben, ondan görünene de cevaz vermem."[184]

Hums'a mensup olanlar her zaman kendi elbiseleriyle tavaf yapma hakkına sahiptiler. Hums'a mensup olmayanlar ise, içinde tavaf yapacağı bir humslu elbisesi bulamazlarsa giydiği elbiseden ayrı getirdiği başka bir elbiseyi giyerek tavaf eder ve tavaftan sonra o elbiseyi isaf ve Naile adlı putların arasına atar, bundan bir daha faydalanamazdı.[185] Ya da, bu şahıs çıplak olarak tavaf etmek zorunda kalırdı.[186] Çıplak tavaf etmeyi göze alamayan kimseler ise, Mekkeliler'den elbise satın almak ya da kiralamak mecburi-yetindeydi. Çıplak tavaf yapan Araplar arasında Benî Amir kabi­lesi de vardı. Ancak erkekler gündüz, kadınlar gece tavaf yapar­lardı. Çıplak tavaf eden kadınlardan bir kısmı, bellerine, deriden yapılmış uzun sırmalar bağlayarak korunmaya çalışırlardı. Humslu olmayanlardan ancak önemli kimseler kendi elbiseleriy­le tavaf yapabilir, fakat elbiselerinden bir daha faydalanamazlar­dı.[187] Bunun sebebi şuydu: Humslularm koyduğu kural gereği, Harem'in dışındaki elbise ile Harem'in içine girilmezdi. Dışardan gelenler, Mekke'de giyeceği elbiseyi satın almak, yahut ödünç bul­mak zorundaydılar. Şayet Humslular'dan elbise bulamazlarsa, "içinde günaha girdiğimiz elbise ile tavaf caiz değildir" diyerek anadan doğma çırılçıplak olarak Kabe'nin etrafında dolaşırlardı. Çıplak dolaşmaya utananlar ise, elbiseleriyle tavaf yaparlar, an­cak sonunda elbiselerini çıkarıp, atmak zorunda kalırlardı. Atılan bu elbiselere, "Leka" denilir ve bunlar Mekkeliler tarafından top­lanırdı.[188] Fakat Arapların gözü gönlü attıkları bu elbiselerinde kalırdı. Elbise bulumayanlar çıplak tavaf ederken "Biz babaları­mızı bu hal üzere bulduk, ALLAH bize böyle emretti" derlerdi.[189]

Cahiliye döneminde tavaf eden bir kimse, önce Kabe'nin ya­nında bulunan İsaf adlı puttan başlar, onun önünde istilam eder, tavafını Naile adlı putun yanında istilam ile bitirirdi.[190] Rebia ka­bilesi ile diğer bazı Araplar Cahiliye döneminde veda tavafı yap­madan dağılırlardı. Bunlar haccettiklerinde son nefr'de (dönüşte) dağılırlar, teşrikin sonuna kadar (Mina'da geçirilen üç gün) bekle­mezlerdi.[191]

Cahiliye döneminde Amr b. Luhay, Mekke'de putperestliği yerleştirdiği sırada Safa ve Merve tepelerine de isaf ve Naile deni­len, erkek ve kadın şeklinde iki put diktirmişti. Hac ve umre ya­pan müşrikler, say yaparken ta'zim maksadıyla bunları meshedi-yorlardı.[192] isaf adlı putun Safa1 da, Naile adlı putun da Merve'de olduğu kaydedilmektedir.[193] Menat putu için ihrama giren Ensar ve Gassan kabileleri ise, Safa ve Merve arasında sa'y yapmıyorlar­dı.[194] Kureyş'ten Menat putu için ihrama giren kimselere de, Safa ve Merve arasında Sa'y yapmak dinlerine göre helal sayılmazdı.[195] Kısacası cahiliye dönemi halkı Safa ve Merve arasında sa'yi şirke ait hususlarla karıştırmışlardı.

Cemrelerin taşlanması hususu Cahiliye döneminde de mev­cuttu. Nefr (dönüş) günü olunca halk cemreleri taşlamaya gelirdi. Sufe'den bir görevli halk için cemreye bir taş atar, o taş atıncaya kadar halk taş atmazdı. Acele eden kimseler Sufe'ye gelirler ve "Kalk taşla ki, bizde seninle beraber taşlayalım" derlerdi. O da, "Hayır, Vallahi güneş batıya meyletmedikçe olmaz" derdi. Acele edenler bu konuda onu sıkıştırmaya devam ederlerdi. Sufe de, güneş batıya meyledinceye kadar bundan kaçınır, sonra kalkar cemreyi taşlar, insanlar da onunla beraber taşlarlardı.[196] Halk bu esnada "Al sana, al sana" diye bağrışarak taşları atardı. Bir taraf­tan da itişip kakışmalar, birbirine vurmalar olurdu.

Cahiliye döneminde müşrikler kurban kestikleri zaman, ka­nını Kabe'nin yüzüne sürerler, etini parçalar halinde taşların üze­rine koyarlar, "ALLAH için kestiğimiz şeyden vahşi hayvanlar ve kuşlar yiyinceye kadar bize bir şey yemek helal olmaz" derlerdi.[197] Bazan da putlar için kestikleri kurbanın kanını putlara sürerler, etlerini de onların üzerlerine koyarlardı. O dönemde kurbanların Mina'da değil, Kabe'de kesildiği anlaşılmaktadır. Müşrikler, Kabe'de kurbanlıklar da sevkeder, ancak bu kurbanlık hayvanla­ra binmezlerdi.[198] Kabe'ye sevkettikleri bu hayvanların boğazları­na gerdanlık asarlardı. Buna "taklid" denilmekteydi. Bu, sadece Kabe'ye kurbanlık olarak sevkedilen hayvanlara mahsus değildi. Müşrikler, nazardan korunmak, düşmanlara karşı kin ve intikam duygularını ifade etmek için de deve, at gibi hayvanlara gerdanlık (Kılade) takarlardı.[199]



Umre


Umre, Cahiliye döneminde de mevcuttu. Ancak müşrikler hac aylarında umre yapmayı yeryüzünde işlenen günahların en büyüklerinden sayarlardı. Bunlar, Muharrem ayını Safer kabul ederler,

"Develerin arkasındaki yara iyi olur,

Hacıların ayak izi silinir,

Safer ayı da çıkarsa,

O zaman umre, umre yapan kimseye helal olur" derlerdi.[200]

Cahiliye döneminde hac aylarında umre yaptırmamalarının başlıca sebebi ekonomikti. Bu uygulama, hac için gelen halkın, memleketlerine dönerek ayrıca tekrar umre yapmak için Mek­ke'ye gelmelerim temin etme gayesine yöneliktir. Böylece, hac ay­larında umre yapmak yasak olduğu için, hacı memleketine döne­cek ve umre yapmak üzere başka bir zaman yeniden gelecek ve Mekkenin ticari hayatına canlılık kazandıracaktır.[201]

Bu dönemde umre yapan kimseler Safa ve Merve arasında sa'y ederler, buralarda mevcut Isâf ve Naile adlı putlara, tazim için meshederlerdi.[202] Cahiliye dönemi halkı umreyi Receb ayında yapmaktaydı. [203]



Nesî


Cahiliye dönemi Arapları da, kamerî (ay) takvimi kullanıyor­lardı. Bu takvime göre hac mevsimi, yaza, sonbahara vs. bütün mevsimlere tesadüf edebilirdi. Çünkü her yıl, önceki yıldan on bir gün önce gelirdi. Fakat Mekkeli müşrikler haccm her zaman aynı mevsime, yani Bahara tesadüf etmesini istemişler ve bunun için ayların yerini değiştirmişlerdi. Buna nesî deniliyordu. Ebu Ma'şer el-Belhî ile el-Birunî, Arapların nesî uygulamasını Yahu­dilerden aldıklarım söylemişlerdir. Taberî'nin kaydına göre, Huzaalılar Kabe'nin idaresini ellerine aldıklarında, Haram ayla­rın vakitlerini tayin ve geciktirme vazifesini Mudar oğullarına verdiler.[204] Başlangıçta nesi vazifesini Yemenli Kindeliler ifa edi­yorlardı. Sonradan Malik b. Kinane, Muaviye b. Sevr el-Kindî'nin kızını nikahlayarak, takvim işleriyle meşgul olma vazifesini elde etti- Daha sonra da bu iş torunlarına geçti.[205] Bu konuda vazife gören kişiye Kalemmes veya Kalanbas deniliyordu. Bu vazifenin başında bulunanların sonuncusu Ebu Sümame Cünade (Cenna-de) b. Avf tır. Onun görevli olduğu vakit, islâm gelmiş ve bu işi ilga etmiştir. Peygamberimizin dedesi Kusay, vaktiyle bu işi Kinane kabilelerinden olan Neseelere bırakmıştır.[206]

Cahiliye döneminde hac esnasında, nesi ile görevli olan Ka­lemmes, Kabe'nin kapısının önüne gelir ve yardımcısı, Kabe'nin Hatim denilen üstü açık kısmına geçer ve her biri şu sözleri söyler­di:

"Ben, bütün ayıp ve kusurlardan uzak, hiç kimsenin günah yöneltemeyeceği öyle bir kimseyim ki, verdiğim hüküm reddedil­mez." Herkes bu iki vazifeliye gerekli talimatı sormaya gelirlerdi. Kalemmes de, gelecek iki yıl boyunca normal kamerî takvim akışı­nı takip etmelerini söyler, fakat her üç yılda bir kerre bunun aksi­ni söyleyerek, o yılın on ikinci ayından sonra boş bir ayın (ilave ay/Safer ayı) geleceğini, bunun sonunda da, ertesi yılın normal bir ayının başlaması gerektiğini belirtirdi. Böylece hac, iki yıl boyun­ca onikinci ayda, sonra birinci, sonra ikinci-ve bütün aylarda dönüp durmak suretiyle kutlanıyordu.[207] Cahiliye Araplannın bu­nu, hac zamanında her zaman yılın aynı mevsimine isabet etmesi ve Mekkeli tüccarların da katılmaları gerekli olan çeşitli panayır­ların kurulması zamanından ayrı bir vakte rastlaması için yaptık­ları açıktır.

Cahiliye döneminde Araplar, hac mevsiminde dışardan gelen hacıların ticaret yapmasını günah sayarlardı. Hacıların ticaret için mal getirmesi, yahut nafakasını yanında bulundurması caiz görülmezdi. Bu husus, Mekke tüccarı ile esnafının fazla ahş-veriş yapmasına yarardı. Nafakası ve parası olmayan hacılar ise, dilen­meye mecbur kalırlardı. Dışardan gelen halk da, hac mevsiminde ahş-veriş yapmaktan sakınır ve "Bu günler zikir günleridir" der­lerdi. Halbuki hac esnasında Zü'1-Mecaz, Ukaz, Mina, Arafat ve diğer yerlerde panayırlar kurulurdu.[208]

Bazıları da hacca giderken yanlarında yetecek kadar azık al-ma}a günah sayarlar, "Biz ALLAH'ın misafirleriyiz, azık almaya­lım" derler sora da dilenirlerdi. Yemen halkının böyle yaptığını kaynaklarımız haber vermektedir. Hunıs'a mensup müşrikler ise; "Harem dışındaki halkın hac veya umre için Mekke'ye geldikle­rinde beraberlerinde getirdikleri yiyeceklerden Harem içinde ye­meleri caiz değildir" demekteydiler.[209]

Bu dönemde bazı kimseler susarak hac yapıyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir, böyle bir kadım menetmiştir.[210] Kabe'ye yayan git­mek üzere adak adayan ve bunu yerine getiren kimseler de mev­cuttu. Hz. Peygamber böyle bir adağı yerine getirmek isteyen bir ihtiyara mani olmuştur.[211] Cahiliye devrinde Kabe'nin önünde bu­lunan Hübel putunun yanında bazı fal okları vardı. Mekkeliler, bu oklarla fal çekerlerdi. Okların üzerinde "Evet, Hayır, Bekle" gibi kelimeler yazılı olup, bir şey yapmak isteyenler bunlara başvurur. Çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. Bu okların hususi bir memu­ru vardı ve ücret karşılığında fal çektirirdi. Bu oklara "Ezlâm" de­nilirdi.[212]

Bu dönemde hac ibadeti kudsiyet ve temizliğinden çok şeyler kaybetmişti. Hac bir eğlence, münakaşa ve Cahiliye bayramı hali­ne gelmişti. Hac esnasında günah işlenir, putlara kurban kesilir, kavga yapılır, kadınlarla cinsel ilişkide bulunulurdu. Hac şehirle­rinde ibadete rağbet, en büyük çekiciliğini bu sıralara şartlayan pazarlardan ve panayırlardan alırdı. Bu günlerin çok neşeli hava­sı olurdu. Şaka, oyun şarab, kadın ve şarkı ile eğlenilirdi. Bu eğ­lenceleri önceleri Vedd adlı putun yanında yapmak adetti.[213] îmam Malik, Cahiliye Araplarımn hac esnasında kavgaları hakkında şöyle demektedir:

"Cahiliye devrinde Kureyşliler, Müzdelife'deki Kuzah'ta, Meş'aru'l-Haram'm yanında, diğer Araplar ise Arafat'ta vakfe ya­pıyorlar, birbirleriyle çekişip kavga ediyorlardı. Kureyşliler, Biz daha doğru yoldayız derler, diğer Araplar ise, "Biz daha doğru yoldayız" derler ve mücadele ederlerdi. Mina'da toplandıkları zaman Kureyşliler, "Bizim haccımız daha mükemmeldir" derler, Ötekiler de "Bizim haccımız daha mükemmeldir" derler ve sonun­da kavga ederlerdi.[214]

Cahiliye döneminde hacla ilgili birtakım vazifeler de vardı. Bunlar Sikaye, Rifade, Hicabe, Sidane idi. Sikaye, hac mevsimin­de hacılara su dağıtma işiydi. Kusay, zamanında Kabe'nin etrafı­na deriden yapılmış su havuzları koymuş, develer vasıtasıyla, civardaki kuyulardan tatlı su taşıtarak bu havuzları doldurtmuş ve hacılara bu havuzlardan su dağıtmıştır.[215] Daha sonra bu vazife Abdümenaf ve oğullarına geçmiştir. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib ise, zemzem kuyusunu kazıp tekrar ondan su çı­karmıştı. Bundan sonra, diğer kuyulardan su nakli bırakılmıştır. Abdülmuttalib'in, hac mevsiminde sütleri bal ile karıştırıp zem­zem kuyusunun yanında deri havuzlara koyarak hacılara dağıttı­ğı kaydedilmektedir. Zemzem suyu çok ağır bir su olduğu için, Abdülmuttalib, içine kuru üzün atar ve hacılara öyle dqğıtırdı. Abdülmuttalib'den sonra bu vazife oğlu Hz. Abbas'a geçmiştir. Abbas da (r.a.) temin ettiği üzümlerden şıra yaparak hacılara ikram ederdi. Onun bu vazifesi Mekke'nin fethine kadar sürdü. Fetihten sonra bu vazifeyi Hz. Peygamber yine ona verdi.[216]

Rifâde ise, hacılara yemek verme vazifesi idi. Kusay tarafın­dan ihdas edildiği ve bu iş için yıllık vergi alındığı kaydedilmekte­dir. Kusay, bu iş için aldığı vergileri toplayarak, hac mevsiminde Mekke ve Mina'da yemek yaptırıp hacılara dağıtıyordu.[217] Rifade vazifesi Kusay1 dan sonra Abdümenaf la onun oğlu Haşim'e geç­ti.[218] Haşim'den sonra bu vazife Abdülmuttalib, daha sonra da Pey-gamberimiz'in amcası Ebu Talib'e geçti.[219] Veda Haccında ise bu vazifeyi bizzat Hz. Peygamber kendisi yapmıştır.[220]

Hicabe-Sidane ise, Kabe'nin bakım ve korunması vazifesi idi. Bu hizmeti ilk önce Hz. İsmail yapmış, ondan sonra Cürhümlüler, daha sonra Huzaalılar bu hizmeti ele almışlardır. Sonraları Peygamberimiz'in dedeleıinden Kusay b. Kilab, Ebu Gubşan adlı Huzaahdan Kabe'nin anahtarlarını satın alarak bu vazifeyi ele geçirdi. Bu hakkım tanımak istemeyen Huzaalıları da Kabe'nin civarından kovdu.[221] Kusay, Kabe'ye ait görevleri bölüştürmüş ve bu vazifeyi Abdüddar'a vermiştir. Ondan oğlu Osman'a geçen bu hizmet, nesiller boyunca devam etmiştir. Hz. Peygamber Mekke'yi fethettiği zaman, Kabe'nin anahtarı Osman b. Ebî Talha'daydı. Hz. Peygamber bu vazifeyi yine onlara verdi.[222]

Cahiliye döneminde Kabe'nin kapısı Pazartesi ve Perşembe günleri açılır, Kabe'nin hizmetçileri ve kapıcıları, Kabe'nin kapı­sına oturarak içeri girmesini istemedikleri kimseleri merdiven­lerden aşağı iterlerdi. Vaktiyle aynı hakareti Hz. Peygamber'e de yapmak istemişlerdi.[223]



h) Kurban:


1- Însan Kurbanı.


Cahiliye devrinde de insan kurban etme âdetinin mevcut ol­duğunu görmekteyiz. Bu dönem de sabah yıldızına bir insan veya bir deve sunulduğu kaydedilmektedir.[224] Bunların Sabiiler (Yıldı­za tapanlar) olması muhtemeldir. Wellhausen, Cahiliye dönemin­de oğlan ve kızlarla, esirlerin el-Uzzâ1 ya kurban edildiklerim ileri sürmektedir.[225]

Kaynaklarımız, Hz.ibrahim'in oğlunu kurban etmek isteme­sinin bir benzerinin Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib tara­fından yaşandığını haber vermektedir. Buna göre, Abdülmutta­lib, zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşle karşılaştığı zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olur ve bunlar kendisini koruyacak yaşa gelirlerse, onlardan bir tanesini Kabe'nin yanın­da ALLAH için kurban etmeyi adamıştı. Abdülmuttalib'in on tane oğlu olunca adağım yerine getirmek istemiş, çekilen kurada kur­ban olma işi Peygamberimiz'in babası Abdullah'a isabet etmişti. Bunun üzerine Abdülmuttalib, adağını yerine getirmeye kalkışmış, fakat Kureyşliler böyle bir âdetin yerleşmesinden çekinerek, kendisine engel olmuşlardı. Daha sonra Abdullah'ın yerine 100 tane deve kurban edilmişti.[226]



2- Putlara Kurban:


Cahiliye döneminde putların yanında kurbanlar kesilir, bu kurbanlardan büyük pay küçük ilahlar için ayrılırdı.[227] Yanında kurban kesilen putların başında Isâf ve Naile gelmekteydi.[228] Ma­lik ve Milkan boyları ise, Cidde kıyısında bulunan Sa'd adlı put için kurban keser ve kurbanın kanını bu putun üzerine dökerler­di.[229] Kureyşliler'in de Yanbu yakınlarında Buvane adlı bir putları vardı. Her yıl bunun yanında kurban kesip bayram yaparlardı.[230] Hz. Peygamber de çocukluğunda halaları tarafından bu bayrama katılmaya zorlanmıştı. Ancak O, burada rahatsızlandığı için bir daha bu bayrama katılması için ısrar edilmemişti.[231]

Kabe'nin etrafında 360 tane dikili taş (Nusub) vardı, bu taşla­rın her biri bir Arap kabilesine aitti. Bu taşların yanında kurban keser, kanını bu taşlara sürer, kurbanı parçalayıp bu taşlara ko­yarlardı.

Cahiliye halkı kabir başlarında da kurban kesmekteydi. îyi bir kimsenin kabri başında bir deve boğazlar ve "Biz, onun dünya­da yaptıklarına karşılık kendisini mükafatlandırıyoruz. Kendisi, hayattayken deve keser ve misafirlerine yedirirdi. Biz de kabrinin başında deve kesiyoruz. Varsın bunu kurtlar, kuşlar yesin, haya­tında yedirmiş olduğu gibi yedirmiş olsun" derlerdi. Öldükten sonra dirilmeye inananları ise, ölen kimsenin kabri başında sağlı­ğında bindiği hayvan kesilirse, o kimse Kıyamet'te binekli olarak haşrolunur, aksi takdirde yaya kalır, diye inanırlardı.[232]

Bir kısım Araplar da cinlere kurban kesiyorlardı.[233] Cömert­lik yarışı için kurban kesenler de vardı.[234] Bazıları da hayvan canlı iken vücudundan et kesiyorlardı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman bazı kimseleı~in develerin hörgü eleriyle, koyunların kuyruklarını kestiklerini görmüş ve yasaklamıştı.[235] Cahiliye döneminde Şeytan Yarması adı verilen bir işlem daha yapılmak­taydı. Buna göre hayvan boğazlanır, yalnız derisi kesilir, kan da­marları kesilmez, ölünceye kadar böyle bırakılırdı. Kam yedikleri için, hayvanın kanını boşa gidermeme çabasıyla bu şekilde yap­tıkları sanılmaktadır.[236] Bu dönemde Akika kurbanı da kesilirdi. Çocuğun tıraş edilen başına, çocuk için kesilen kurbanın kanın­dan sürülürdü. Hz. Hatice, doğan her oğlan çocuğu için iki, her kız çocuğu için de bir koyunu akika olarak kestirmişti.[237]

Cahiliye devrinde ilk doğan hayvanlar kurban edilir ve buna Fer'a denilirdi. Ebu Davud, "Fer'a, devenin ilk doğurduğu yavru-sudur. Cahiliye devrinde onu, putları için kurban keserler, kanını da putların başına akıtırlardı."[238] demektedir. Fer'a'nm sadece deve cinsine tahsis edilemeyeceği, koyun cinsinden hayvanlam ilk doğurdukları hayvanlara da fer'a denildiği kaydedilmiştir.[239] Cahiliye döneminde Araplar, Recep ayında putlara kurban keser ve bunlara atire derlerdi. Îbnü'l-Kelbî, Arapların dikili taşların ve putların yanında kestikleri koyunlara el-Atair dediklerini, el-Ati-re'nin "Boğazlanmış" anlamına geldiğini, kurban kestikleri yere de "El-Itr" (Sunak) dediklerini kaydetmektedir.[240]

Cahiliye devrinde Arapların Ensab dedikleri boz renkli dikili taşları vardı ve bunların yanında Atîre kurbanı kesiyorlardı. Kay­dedildiğine göre Müzeyne kabilesi Nuhm adlı putlarının, Aneze kabilesi ise Suayr adlı putlarının yanında atîre kurbanı kesmek­teydiler. Suvâ adlı putun çevresinde de Atîre kurbanı boğazlanır-di.[241] Bazan Araplar sözlerinde durmayarak ilahlarım aldatır, ko­yun yerine, avladıkları geyik ya da ceylanı atîre kurbanı olarak keserlerdi.[242] Müşrikler kestikleri bu atîre kurbanları sebebiyle bereket ummaktaydılar.[243]



ı) Adak:


Adak uygulamalarına Cahiliye döneminde de rastlamakta­yız. Cahiliye devri Araplannda adağı yerine getirmemek, uluhi-yete karşı günah sayılırdı. Bu devirde çeşitli şekillerde adaklar adanırdı. Kaydedildiğine göre Araplardan çocuğu olmayanlar, şayet ALLAH kendilerine bir çocuk verirse, onu Yahudi terbiyesi üzerine yetiştireceklerini adamaktaydılar. Nitekim Benî Nadr yahudilerinin sürgün edilmesi sırasında, bu yolla Yahudileşmiş bir hayli çocuk olduğu görülmüştü.[244] Bunun sebebinin Arapların Yahudileri Ehl-i Kitab ve Ehl-i ilim kabul etmeleri olduğu nakle­dilmektedir.[245]

Yine Araplar, hastalık veya herhangi bir sebeple çocuklarını "Hums" yapmaya adamaktaydılar. Selmâ bint Dubeya'mn, hasta olan oğlu Hevâzin'i şayet iyileşirse Hums yapmak üzere adadığı kaydedilmektedir.[246] Çocuğu olmayan bir kadın, erkek bir çocuğu olduğu takdirde, onu mabede adayabilirdi. Ayrıca Cahiliye Arap­ları, küçük ilahlara adakta bulunmak ALLAH'ın hoşuna gider, bu ilahlar ALLAH'ın huzurunda adak sahibine şefaatte bulunur zan­nediyorlardı.[247] Bir kimse adak yoluyla yakınlarım da bağlayabi­lirdi. Mesela bir anne, oğlu ya da kızı istediğini yerine getirinceye kadar saçlarını taramamaya, gölgede durmamaya ve benzeri şey­lere yemin edebilirdi. Ölmek üzere olan bir adam, öcünü almak için kendi kabilesinin elli kişiyi öldürmesini adarsa, bu adak kabi­le için bir görev olurdu.[248] Cahiliye döneminde, ayakta durmak, oturmamak, güneşte durmak, gölgelenmemek, konuşmamak, üzere oruç tutmayı adamaktaydılar. Hz. Peygamber ashabtan Ebu israil'in böyle bir adağını görmüş ve mani olmuştu.[249] Yürü­mek, binmemek üzere adakta bulunanlar da vardı. Ukbe b. Amir'in kız kardeşi Kabe'ye yayan yürümeyi adamış, ancak Hz. Peygamber tarafından engel olunmuştu.[250] Cahiliye döneminde, Mescid-i Haram'da itikâf yapmak üzere adakta bulunanlar da vardı. Hz. Ömer bunlardandı.[251]

Cahiliye Arapları hayvanları da çeşitli şekillerde adarlardı. Onların bu adak çeşitleri arasında Bahîra, Şaibe, Hami ve Vasile vardır. Bahîra, sütü tağutlara ve şeytanlara ait olmak üzere ada­nan deveydi. Artık bunun sütü haram kılınmıştı ve bu devenin sü­tünü kimse sağamazdı. Araplar, bir deve beş batın doğurur son yavrusu da erkek olursa, onun kulağım yarar salıverirlerdi.[252] Bahira'mn yavrusundan faydalanma hakkı yalnız erkeklere mahsustu, kadınların bundan faydalanması haram sayılırdı. Şa­yet yavru ölü doğarsa, o zaman kadınlar bundan yararlanabilir­lerdi.[253] Cahiliye devrindeki adak çeşitlerinden birisi de, Şaibe idi. Bir kimse, "Şu seferden sağ şalim dönersem, ya da şu hastalıktan şifa bulursam devem şaibe olsun" diye adar, hayvanın kulağım ya­rarak salıverirdi. Artık kimse, o devenin sütünü sağamaz, üstüne binemez, yük vuramaz, hiçbir şekilde saibe'den faydalanamazdı. Bu haramdı. Bu devenin sulanmasına, otlanmasına da kimse en­gel olmazdı. Bazan bu develeri taptıkları putlara da adarlardı.[254]

Hami ise, yavrusunun yavrusu kendisini basmaya başlayan dişi deveye denilirdi. Sahibi artık bu emektar devesinin arkasını yükten korumaya hak kazandığını ilan ederdi.[255] tbn îshak ise, Hâmî'nin, kendi sulbünden aralarında erkek yavru olmadan arka arkaya on tane dişi deve yavrulanan aygır deve olduğunu, artık bu devenin sırtına binilmediğini, tüyünden faydalanılmadığını, damızlık görevi yapmak üzere dişi develerin arasına sahndığmı kaydetmektedir.[256] Bir koyun yedi batın yavrulayıp, yedincisi dişi olursa bu koyun sahibine ait olur, eğer erkek yavrularsa putlara kurban edilirdi. Eğer anaç koyun yedinci batında erkekli-dişili yavrularsa, o erkek koyunu putlar adına kesmezler ve buna vesile derlerdi. Böylece yavrulayan bu hayvanın sütünü erkeklere helal kabul edip, kadınlara haram sayarlardı. Şayet bu koyun ölü doğu­rursa, etini yeme hususunda kadınlara izin verilirdi.[257] Vasile'nin anasının her batından ikiz doğurduğunu, sahibinin bunlardan di­şi olanlarım ilahlarına tahsis ettiğini, erkek olanlarım da kendisi için ayırdığını îbn Îshak kaydetmektedir.[258]

Bahira, Şaibe, Hami ve Vasile adaklarını ilk defa ortaya ata­nın, Huzaalılar'm hakimiyeti esnasında Mekke'ye putları getirip diken başkanları Amr b. Âmir b. Luhay el-Huzaî olduğu kaydedil­mektedir.[259]



i) İsim Koyma:


Cahiliye devrinde, Araplarda çocuğa bir isim verilir, ancak ço­ğu zaman çocuk bu isimle anılmayarak, "İbn Fulan" şeklinde anı­lırdı. Bu durum kendisinin bir çocuğu oluncaya kadar devam eder, bundan sonra "Ebu Fulan" şeklinde çağrılırdı. O devirde bir şah­sın en az üç ismi vardı. Bu dönemde "Kulu" manasına gelen "Abd" kelimesi isimlerce Ön ek olarak çok kullanılmıştır. Abdümenaf ve Abdü'1-cin gibi, Cahiliye dönemi Araplarında, ALLAH'tan başkası­na kulluk manası taşıyan bu isimlere sık sık rastlamaktayız. Söz gelimi, Müzeyne kabilesi çocuklarına, Nuhm adlı putlarına ; s-betle "Abdünuhm" ismini takmaktaydılar. Kureyş kabilesi ara­sında da, el-Uzzâ adlı puta nisbetle, "Abdüluzza" ismi çok yaygın­dı. Lât putuna nisbetle Abdüvedd, Menat putuna nisbetle, Abdü-menat diye isimler verilmekteydi.[260] Cahiliye devrinde Abdül-kâbe gibi isimler de mevcuttu.[261] Bunun yanısıra insana hoş gel­meyen el-Asî, Asiye gibi isimler de vardı.[262] Gam, üzüntü, keder anlamı taşıyan Zahm, Hazn, Surm, Asram, Mürre ve Harb gibi isimler bunlardandı.

Cahiliye döneminde doğan çocuğa isim koyarken ALLAH'a veya putlara şükretmek, dua etmek, Akîka kurbanı kesmek gibi uygu­lamalar yapılmaktaydı. Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'i isim ko­yacağı zaman dua ve şükretmek için kucağına alarak, Kabe'ye gö­türmüştü.

Bu dönemde, insanlara çirkin lakablar takılmaktaydı. Bir adamın bazan üç tane lakabı olabiliyordu.[263] Bu dönemde, küpe takmak için, doğan kız çocuklarının kulaklarının delindiğini de görmekteyiz. [264]



j) Sünnet Olma:


Sünnet olma (Hitan) cahiliye döneminde mevcut olan adetler­den birisiydi. Sünnet eski Arabistan'da yaygın olarak tatbik edil­mekteydi. Huzâlî, Ferezdak, Îmruül-Kays gibi şairlerin şiirlerin­de sünnet olmaktan bahsedilmektedir. Eski Arapça'da sünnetsiz kimse için "Ağral" denilmekteydi, islâm öncesi Arap şairlerinden Imruü'1-Kays Dîvânında, Bizans İmparatorunu sünnetsiz olduğu için ayıplamaktaydı.[265]

Buhârî'nin kaydına göre, Bizans İmparatoru Hirakl, rüyasın­da hitanlılarm (Sünnetlilerin) hükümdarım ortaya çıkmış göre­rek çok kederlenmişti. Etrafındaki Patriklere durumu anlatarak, "Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?" (Jiye sormuştu. Bu sırada Gasan Meliki tarafından Hz. Peygamber'e dair haber geti­ren bir elçiyi Hirakl'e getirdiler. Hirakl, bu adamın sünnetli olup olmadığını kontrol ettirdi, sünnetli olduğu bildirilince, Hirakl bu haberciye "Araplar sünnetli midir?" diye sordu. Adam da "Evet, sünnet olurlar" cevabım verdi.[266] Buradan Cahiliye Araplarının, Hz. İbrahim'in sünnet âdetini devam ettirdiklerini anlamaktayız.

Cahiliye Arapları, erkek çocuklarının yanında kız çocuklarını da sünnet ettirmekteydiler. Bunun kız çocuklarının vücudunda bulunan yaratılıştan gelen bir fazlalık dolayısıyla yapıldığı anla­şılmaktadır. Bu dönemde "İbn Mukattı'ât el-Huzûr" (Kadın Sün­netçisi Kadının Oğlu) lakabı bu hususta ipucu vermektedir. Nite­kim Mekke'de Ümmü Enmâr adlı bir kadın bu işi yapmaktaydı ve Hz. Hamza, Uhud savaşında onun oğlu Sibâ b. Abdiluzzâ'ya "Ey Sibâ, Ey bızr kesicisi kadının oğlu" şeklinde meydan okumuştu.[267] Bu durum, kadınların sünnetinin Mekke'de yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Kadınların sünnetine "Nevf veya "Hafdu'1-Enas" denilmekteydi. Medine'de de böyle bir hanım sün­netçi vardı ve kız çocuklarını sünnet etmekteydi.[268]

Cahiliye döneminde sünnet yapıldığı zaman ziyafet verilmek­teydi. Abdülmuttalib'in böyle bir ziyafetinden bahsedilmektedir.[269]



k) Nikâh:


Cahiliye döneminde, evlenme konusunda rekabet yapılır, bir kimsenin evlenmek istediği kadınla evlenebilmek için ilk isteyen kişi ilgisini kesmeden çeşitli yollara başvurularak, bu kadına ta­lip olunurdu. Erkeğin evinde yapılan düğüne "Urs", kadının evin­de yapılan düğüne "Umrâ" denilirdi. Düğün bir hafta sürer ve "Usbû" diye adlandırılırdı. Düğünün ertesi günü, güveyin evinde, ailenin dost ve yakınları ile semtin fakirleri davet edilerek onlara bir düğün yemeği verilir; buna velime denilirdi. Hz. Peygam­berin, Hz. Hatice ile evlendiği zaman "Velîme" yaptığı kaydedil­mektedir.[270] Gelin, güveyi evine götürülürken de, "Size geldik, si­ze geldik, ALLAH size de bize de ömür versin" şeklinde bir gazel söy­lenirdi.[271]

Evliliğin meşru ve muteber olması için, "Mehir" şart koşulur-du. Mehirsiz evlenme ayıp sayılmakta, mehirsiz evlenen kadın bir odalık olarak telakki edilmekteydi. Mehir, genç kızın kendisine değil, velisine verilirdi. Bu açıdan bu dönemde evlenme, bir Batın alma anlamı taşımaktaydı. Nişanlanan kıza "Sadak" denilen bir hediye verilirdi, ancak evlenen kız mehirden hiçbir şey alamaz, mehir velisine ödenirdi. Yine bu devirde koca karısına, çeyizin dı-şmda, "Sudak, Ecr" denilen bir şeref ücretini veriyor ve bu kadının emrinde oluyordu. Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile evlendiği zaman kendisine on iki ukıyye ve bir neşş mehir vermişti.

Cahiliye döneminde "Şıgar" denilen mehirsiz evlenmeler de mevcuttu. Şıgar, iki kadının nefsini birbirine mehir sayarak, değiş-tokuş yapmaktır. Savaşta galip gelenler ise mehir vermek­sizin, mağlup ettikleri kimselerin kızlarıyla evlenebiliyorlardı. Bu dönemde cariyeler fuhşa teşvik edilir ve bunların kazançları da mehir olarak adlandırılırdı.

Kadınlara verilen mehir, baskıyla, zorla geri alınırdı. Kocası vefat eden bir kadın, ölenin velisi veya oğlu tarafından hapsolunur, kendisine ödenen mehir zorla geri alınırdı. Kadın mehrini vermezse, ölünceye kadar serbest bırakılmazdı. Ölenin velisi veya oğlu, Ölenin karısını dilerse kendisi alır, dilerse bir başkasıyla ev­lendirerek mehirini kendisi alırdı. Yine bu dönemde Medine'de yaygın bir âdete göre, bir kimse öldüğü, zaman orada bulunan va­risi, hemen elbisesini ölen kimsenin karısının üstüne atar, kadına yeni bir mehir vermeksizin nikâhlamakta veya başkalarına nikahlayıp mehirini almakta hak sahibi olurdu. Kadın ölen koca­sından aldığı mehiri o kimseye verirse, ailesinin yanına dönebilir­di. Ölenin oğlu küçükse, kadın o çocuk büyüyünceye kadar bekle­tilirdi.[272]

Köle ve cariyeler mehir olarak verilirdi. Yetim kızların mehir-leri tam olarak ödenmez, bunların mehirleri nikahlanan diğer ka­dınlara nisbetle ya yarım verilir ya da hiç ödenmezdi. Nikahları külfetsiz olduğu için yetim kızlardan on tane nikahlayan kimseler vardı.[273]

Bakire bir kızla evlenen kimse onun yamnda yedi, dul bir ka­dınla evlenen kimse ise bu hanımının yanında üç gece kaldıktan sonra diğer hanımlarının yanına giderdi.

Bazı erkekler hayızlı haldeyken hanımlarına arkadan haram yoldan yaklaşırlar, bazıları ise hayızlı haldeki hanımlarını evden çıkarırlardı. Onlarla bir kaptan yemek yemezlerdi. Medine civa­rındaki Arapların böyle yaptıkları kaydedilmektedir.[274] Yine Me­dine'deki Araplar, Yahudileri taklid ederek, hanımlarına haram yoldan, arkadan yaklaşmazlardı. Kureyşliler cinsel ilişki esnasın­da hanımlarım iyice soyuyor, önlerim gözeterek diledikleri yer­den yaklaşıyorlardı. Medinelüer ise, yine Yahudileri taklid ede­rek, cinsel ilişkiyi kadın en örtülü haldeyken ve sadece önden yap­maktaydılar. Gıyle, bir kimsenin emzikli hanımı ile cima etmesiy­di. Azil uygulamasına da başvururlar, kadının hamile kalmasını istemedikleri zaman dışarıya boşalırlardı.

Şevval ayı uğursuz sayılır ve bu ayda nikâh-zifâf yapmazlar­dı. Bu ayda bir taun salgınının olmasının, bu inanca sebeb olduğu sanılmaktadır.[275]

Cahiliye döneminde Araplar, Öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmezlerdi. Bir kadım, birinci ve ikinci boşayıştan sonra tekrar alabildikleri halde, üçüncü boşayıştan sonra bir daha alamadıkları kaydedilmektedir.[276] Süt yakınlığı bulunanlar ara­sında da evlenme yasak sayılmaktaydı. Bunun yanısıra bir kadın, kızı ile beraber aynı şahıs tararından nikâhlanabiliyordu. Medi-neli şair Kays b. el-Hatim'in, Ikra b. Muaz ile onun kızı Havva b. Yezid'i nikâhında topladığı kaydedilmektedir.[277] Bir kadınla halası veya teyzesi aynı şahsın nikâhında toplanabiliyordu. Ayrı­ca iki kız kardeş birbirine kuma olarak nikâhlanabiliyordu, Bunu caiz saymaktaydılar. Feyruz ed-Deylemî nikâhında iki kız kardeş olduğu halde müslüman olmuştu.[278] Said b. el-As, Hind bintü'l-Muğîre ve kız kardeşi Safîyye ile, Kays b. Mahreme, Vedde ve kız kardeşi Ümmü Sa'd ile, Amr b. el-Cemûh, er-Ribab bintü'1-Kays ve kız kardeşi Hind ile, Muaz b. Amir, Leylâ b. Ebî Süfyan ve kız kar­deşi Âişe ile birbirine kuma olarak evlenmişlerdir.[279]

Bu dönemde babaların karılarını alma âdeti de vardı. Bu nikâha Makt denilmekteydi. Cahiliye döneminde bir kişi öldüğü zaman, en büyük oğlu analığının üzerine bir örtü atar, babasının malına sahip olduğu gibi, karısını mehirsiz nikahlama veya mehi­rini alarak başkasına verme hakkına sahip olur; eğer büyük oğlan istemezse, diğerleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi.[280] Kureyş kabilesinde bir velinin böyle bir hakka sahip olması mubah, Medi­ne'deki Evs ve Hazreç kabilelerinde ise mecburi sayılırdı. Eğer ko­cası ölen kadın, çabuk davranıp ailesinin yanına kaçabilirse, kur­tulurdu. Vâris daha çabuk davranarak elbisesini üvey anasının üzerine atarsa artık kadın nişanlanmış sayılırdı. Bu devirde üvey anasıyla evlenenlere "Dayzen" denilirdi.[281] Cahiliye döneminde Araplar bu çirkin âdeti miras hırsıyla yapmaktaydılar. Kaynakla­rımız, cahiliye döneminde babasının karısıyla evlenen bazı kimse­lerden bahsetmektedir. Nitekim, Kinane, babasının karısı Berre bint Mürr ile, Hâşim, babasının karısı Vafide ile, Nüfeyl ise, dede­sinin karısı el-Hayda bintü'l-Halid ile evlenmişlerdir.[282] Ebu Kays b. el-Eslet, analığı Ümmü Ubeyd bind Damre'yi, Safvân b. Ümey-ye, analığı Fahite bintü'l-Esved!i, Manzur b. Zebban, analığı Müleyke bintül Harice'yi nikahlamıştı. Sabit b. Münzir, analığı Suhte bintü Harise ile, Sabit b. Nu'mân, analığı Hind b. Evs ile, Ebu Amr b. Ümeyye, analığı Âmine ile, Hısn b. Ebî Kays, analığı Kubeyşe b. Ma'n ile evlenmişlerdir.[283]

Cahiliye döneminde kardeşin karısıyla evlenme âdeti de var­dı. Söz gelimi Hind b. Simak, Sa'd b. Muaz ve kardeşi Evs ile, Süheyme, Seleme b. Vakş ve kardeşi Rumi ile, Büreyde b. Bişr, Abbad b. Nehik ve kardeşi Ebu Makîl ile, En-Nevâr b. Kays, Sayfî b. Amr ve kardeşi Zeyd b. Amr ile, Ümrnü'l-Hâris b. Mâlik, Cebbar b. Sahr ve kardeşi Zeyd b; Sahr ile, Leylâ b. Ebî Süfyân, Muaz b. Âmir ve kardeşi Bekr b. Âmir ile, Esma b. Muharribe, Hişam b. Mugîre ve kardeşi Ebu Rebia ile evlenmişlerdir.[284] Kısacası Cahi­liye devrinde kocası ölen kadın, bir mülk olarak mirasçılara kalır, gerektiğinde kayın biraderiyle evlenmeye mecbur edilirdi.

Cahiliye döneminde mecusî olduğu bildirilen Temim kabilesi mensuplarının öz kızlar, kız kardeşler ve anneleriyle evlenmeye cevaz verdikleri tahmin edilmektedir.

Cahiliye döneminde bir kimsenin evladlığınm karısıyla evlenmesi de yasaktı, bu bir skandal kabul edilirdi.[285] Yine bu dönemde çok kadınla evlilik yaygındı. Üstelik evlenilecek kadın­ların sayısı konusunda da bir sınırlama söz konusu değildi. Dile­yen dilediği kadar kadınla evlenebilir, cariye alabilir, mut'a nikâhı yapabilirdi. Nitekim Gaylan b. Selemenin on tane karısı vardı. Mos'ud b. Mürteb, Mes'ud b. Amr, Urve b. Mes'ud, Süfyan b. Abdillah, Ebu Ukayl Mes'ud b. Âmir de dörtten fazla kadınla evli idiler. Kays b. el-Hâris'in sekiz, Nevfel b. Muaviye'nin ise beş tane hanımı vardı.[286] Bu durumun, ailenin erkek evladım çoğaltmak, düşmanlara karşı güçlenmek arzusundan doğduğu sanılmakta­dır.

Cahiliye döneminde Mut'a, Şiar, Haden, îstibda, Bedel vs. ad­larla anılan evlenme şekilleri de mevcuttu. Mut'a geçici bir evlen­me şekli olup, Önceden tesbit edilen zamana kadar bir kadınla bir erkeğin bir arada yaşamalarım sağlıyordu. Yuva kurmak, çocuk edinmek gibi geçici bir gayesi de yoktu. Bu türlü geçici evlenmeler, bilhassa yabancı bir memlekette geçici olarak bulunan erkekler tarafından akdedilmekteydi. Mut'a nikâhının yapılması için aile büyüklerinin iznine gerek görülmezdi. Bu nikâh kıyıldıktan sonra kadın kendi ailesinin içinde kalır, kocasına bir mızrakla çadır ve­rirdi. Bu surette erkek, kadının kabilesi içinde kaldıkça onların halın sayılır, evlilik bağı devam ettiği sürece bu kabile ile beraber hareket ederdi. Kadın mut'a nikâhına son vermek istediği zaman, çadırın kapısını aksi yöne çevirir, koca bunu görünce kendi kabile­sine döner giderdi. Bu çeşit evlenmeden doğan çocuklar kadına ait olur ve "Filan kadının çocuğu" diye anılırdı. Bu nikâhla geçici bir süre içinde evlenenler, süre bitiminde boşamaya lüzum görmeden ayrılırlardı. Neslin devamım sağlamak, birlikte yaşamak gibi ga­yelerden mahrum bulunan bu nikâh, sadece şehvet duygusunu tatmin için yapılırdı. Bazan mut'a nikâhı kıyılırken belirli bir süre konuşulmaz, koca karı ile yaşamak istediği sürece nikâh geçerli sayılır, koca karıdan vazgeçince akit sona ermiş olur diye bir şart koşulurdu. Mut'a nikâhında süre bitince kadın gidebilir, koca onu yanında tutamazdı. Veraset hakkı da bulunmazdı.[287]

Şıgar ise, mehirsiz olarak iki kadını karşılıklı olarak değiş­mek suretiyle nikâh yapmaktır. Cahiliye döneminde Araplar ara­sında, kızlarını, kız kardeşlerini, akrabalarım değişerek, birinin kadınlık kıymetini ötekine mehir sayıp, ayrıca bir mehir vermek­sizin nikâhlamaya sığar denilmekteydi.[288] Şıgar bir çeşit trampa nikâhıydı.[289] Bu nikâh çeşidinin kadınlık şerefini alçalttığı orta­dadır. Çünkü bu nikâhta verilen kadın, alman kadının yerine, alı­nan kadın da verilen kadının yerine mehir sayılmaktaydı.

Haden'e gelince, Cahiliye döneminde hür olduğu için zina ya­pamayan bir kadının, bir erkekle metres hayatı yaşamasıydı. Böy­le kadınlara "Müttehizat-ı Ahdân" denilirdi. Bu devirde hür bir kadının zina yapması çok ayıp sayılırdı. Bu sebeple hür kadınlar gizli dost tutarak cinsel ilişkide bulunurlar, böyle birleşmelere de "Nikah-ı Hadn" denilirdi.[290] îbn Abbas, bu tür kadınların sadece bir tek dost tuttuklarını, Cahiliye halkının zinadan aşikar olanı haram sayıp, gizli olanı helal saydıklarını söylemektedir.[291]

Istibdâ ise, Cahiliye döneminde soylu bir evlad sahibi olmak için başvui'ulan bir yoldu. Kabile ve soy asabiyetine fazlaca önem veren Arap toplulukları arasında uzun bir müddet tatbik sahası bulmuştur. Kadın hayızdan temizlendiği zaman kocası, "Filan adama haber gönder, seninle yatmasını iste" derdi. Kadının tayin edilen adamla cinsel ilişkide bulunmasından sonra, hamile oldu­ğu belli oluncaya kadar kocası o kadından ayn kalırdı. Hamile ol­duğu belli olunca, kocası dilerse karısına temasta bulunabilirdi. Bu sadece soylu bir çocuk sahibi olmak için yapılır ve istibda diye adlandırılırdı.[292] Cahiliye döneminde kadınların bu işi eşraftan ve kabile reislerinden olan kimselerle yaptıkları bilinmektedir.

Bedel, Cahiliye döneminde iki erkeğin karılarını değişmesi şeklinde olurdu. Bir adam, diğer bir adama karını sen bana ver, ben de sana vereyim, der ve karılarım değişirlerdi.

Bunlardan başka, on kişiden az bir grub erkek toplanır ve bir kadının yanına girer ve hepsi ona temas ederdi. Kadın hamile kalıp, çocuğunu doğurunca o erkeklere haber yollar ve çocuğunu onların içinden sevdiği birisine nisbet eder ve çocuk o adamın oğlu sayılırdı.[293] Bazan da bir çok kimse toplanır ve bir kadınla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadın **** olduğu için bu işten kaçına-mazdı. Bu kadınlar, kendileriyle temas edeceklere işaret olsun diye kapılarına bayrak asarlardı. Kadın hamile kalıp çocuğunu doğurunca, kendisiyle yatan erkekler bu kadının yanında topla­nır ve çocuğun kime ait olduğunu tesbit için "Kâif' denilen bir bilirkişi çağrılırdı. Bilirkişi çocuğun eşkalini inceler ve kadına temas eden erkeklerden kime benzediğine karar verirse, çocuk o adamın oğlu olarak çağrılırdı. Çocuk kendisine nisbet edilen kim­se çocuğu kabul etmemezlik yapamazdı.[294]

Cahiliye döneminde daha doğmamış kızlar nikâhlanmak-taydı. Bir adam, daha dünyaya gelmemiş kızını bir mızrak veya bir ayakkabı karşılığında nikahlayabiliyordu.[295] Yine bu dönem­de cariyeler zinaya zorlanır, sahipleri onlardan günlük kazanç is­terdi. Abdullah b. Übey'in Müseyke ve Ümeyme adlı cariyelerini fuhşa zorladığı bilinmektedir.[296] Böyle kimseler cariyeleri sırf fu­huşta çalıştırmak için satın alıyorlardı. Bunun için velud (çok çocuk doğurabilecek) cariyeler seçilir, cariyelerin zina yaptığı adamdan olan çocuğu, o şahıs iterse para karşılığı kendisine veri­lir, ve o adamın çocuğu sayılırdı. Evlenen bir kadın ise, ancak çocuk doğurduktan sonra "Iyâl"e dahil olabilirdi. Çocuk doğurma­dan evvel ölen kadının kocasına taziye yapılmazdı.

Cahiliye devrinin nikâhla ilgili bu uygulamaları sonucu "ne-seb davaları" meydana gelmişti. Bu devirde, fuhuş yapan cariye­ler aynı zamanda efendisiyle de yatmaktaydı. Bu cariyelerden bi­risinin çocuğu olduğunda, bu çocuğun nesebi cariyenin sahibi ile, zina yaptığı kimse arasında tartışma konusu olurdu. Cariyenin sahibi, çocuğun kendisinden olduğunu iddia veya inkar etmeden ölürse, iddia hakkı veresesine intikal ederdi. Verese de çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia edebilirdi. Nitekim Zem'anın Ye­menli cariyesi hem Zem'a ile yatmış, hem de Utbe ile cinsel ilişkide bulunmuştu. Utbe ölürken, kardeşi Sa'd'a bu cariyenin doğurdu­ğu çocuğun kendi nesebine dahil edilmesini (Istilhak) vasıyyet et­mişti.[297]

Bunlardan başka Cahiliye döneminde Hz. İbrahim'in Sünneti üzere devam eden ve islâm tarafından da tasvib edilen meşru bir nikâh uygulaması da mevcuttu.[298]

Cahiliye döneminde kadınlarla ilgili olarak yerleşen çirkin geleneklerden birisi de kız çocuklarım diri diri toprağa gömme adetiyde. Buna "Ve'd", diri diri gömülen kız çocuklarına da Mev'ude" denilmekteydi. Bu âdet cahiliye Arapları arasında özellikle Benî Temim, Kureyş ve Kinde kabileleri arasında yay­gındı.[299] Araplar arasında bu çirkin âdeti ilk uygulayanın Rebia kabilesi olduğu kaydedilmektedir.[300] islâm gelmeden önce bu ka­bileler arasında, kız çocuklarım diri diri toprağa gömmeyi iyilik olarak kabul edenler vardı. Bu kimseler, "Kızları gömmek, övül­müş hasletlerdendir" demekteydiler. Cahiliye Arapları arasında bu çirkin âdetin ortaya çıkışının çeşitli sebepleri vardır. Ancak imam Müberredİn naklettiği bir rivayete göre, Benî Temim kabi­lesi, Hîre hükümdarlarına yıllık vergi ödüyorlardı. Bir yıl bu ver­giyi ödemeyince Hire hükümdarı Nu'man, üzerlerine asker sevke-derek, bunların kadın ve kızlarını esir etti. Daha sonra Benî Temim kabilesi Hîre hükümdarı Numan'a yalvararak, esirlerinin serbest bırakılmasını sağladılar. Fakat esirlerin içinde bulunan Kays b. Âsim et-Temimı nin kızı orada Artır b. el-Müşahrac adlı bir kimseyle evlenerek geri dönmedi. Kays bu durumdan son derece acı duydu ve bir daha kız evladı olursa, onları öldürmeye yemin et­ti. Böylece kız çocuklarım diri diri gömme âdeti ortaya çıktı.[301] Ri­vayet doğru kabul edilirse, bu çirkin âdetin hemen islâm'dan önce ortaya çıktığını kabul etmek gerekecektir. Çünkü, Kays b. Asım, Hz. Peygamber'e gelerek müslüman olmuş bir kimsedir. Yukar-daki olayda adı geçen Kays b. Asımın sekiz veya on üç tane kızını diri diri gömdüğü nakledilmektedir.[302] Bu çirkin âdetin ortaya çı­kışının en önemli sebebi ekonomik olmalıdır. Çölde geçim darlığı evlâd yetiştirmeyi güçleştiriyordu. Erkek çocukları kısa zamanda yağma ve baskınlara iştirak edebiliyordu. Bu açıdan onların geçi­minin temini babalarının gözünü o kadar yıldırmıyordu. Fakat kız çocukları yağma ve çapullara iştirak edemiyorlar, geçime kat­kıda bulunamıyorlardı. Bu yüzden yoksulluğa düşme korkusuyla anne,babalar çoğunlukla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürüyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm bu hususa işaret etmektedir.[303] Katâde, Cahiliye halkının bir taraftan kız çocuklarını diri diri top­rağa gömerken, diğer taraftan köpeğinden dolayı savaş yaptığını söyleyerek, onların bu dengesiz tutumuna işaret etmektedir.[304] Bu çirkin âdetin ortaya çıkışının diğer bir sebebi de toplum baskısı olmalıdır. Çünkü bu devirde kız çocuğu dünyaya getirmek bir şerefsizlik sayılmaktaydı. Cahiliye Arapları, doğan kız çocuk­larını diri diri gömerek şereflerini kurtardıklarını sanırlardı. Hanımı hamile olan bir kimse insanlardan kaçar, oğlan doğarsa sevinç ve ferahlık içinde ortaya çıkar, kız doğarsa gayet mahzun olarak ne yapacağım şaşırır, günlerce düşünürdü. Bazıları kız çocuklarını besler, büyütür, bazıları da kimseye göstemıeden ma­sum yavruyu toprağa gömer ve kızdan dolayı gelen ar belasından kurtulmuş olurdu. Büyüdüğü zaman dengi olan kimseye verile­meme, savaş ya da baskm yoluyla düşman eline geçme korkusu da bu tutumda rol oynamaktaydı. Bu hususu da Kur'ân-ı Kerim işaret etmektedir. [305]Bazan kız çocuğunu diri diri toprağa gömme vazifesi anneye verilirdi. Zavallı anne, olayı seyretmeye davet edi­len bir sürü kadının gözleri önünde dünyaya getirdiği yavrusunu Öldürme bedbahtlığını işlerdi. Bazan da kız çocuğu büyütülür, ile­ri yaşlarda bir kuyu ya da çukura atılarak Öldürülürdü.

Hz. Peygamber'e böyle bir olay anlatılmış, O da hüzünlenerek ağlamıştı.[306] Kaydedildiğine göre, Kebîre b. Ebî Süfyan dört kız ço­cuğunu diri diri toprağa gömmüştü.[307] Peygamberimizin anne ta­rafından dedesi olan Zühre b. Kilâb ise peşpeşe üç erkek çocuğu öl­düğü için, daha sonra doğan kızım diri diri toprağa gömmüştü.[308] Kaydettiğimiz bu son rivayet, bu çirkin âdetin ilk defa Kays b. Asım et-Temimi tarafından ortaya atılmadığını, kökünün daha eskilere dayandığını göstermektedir. Bazan da kız çocuklarım di­ri diri toprağa gömme işini, erkek kardeşleri yapardı. Nitekim Se­leme b. Yezid ile kardeşi iki kız kardeşlerini diri diri gömmüşler­di.[309] Bu devirde kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülerek öldürülmüyordu. Bazan bu çocuklar suda boğulur, bazan yüksek bir yerden atılır, bazan da kuzu boğazlar gibi kesilerek öldürülür­lerdi.[310]



I) Talâk:


Cahiliye devri Araplarından tek taraflı olarak evliliği sona er­dirme hakkı genellikle kocaya aitti. Boşama erkeğin keyfine bağlı idi. Fakat bu dönemde boşama hakkı bazan kadınlara da verilebiliyordu. Medineli kadınların böyle bir hakkı elde edebildiklerini görmekteyiz. Ancak bu durum, kocanın boşama hürriyetine bir halel getirmemekteydi. Peygamberimizin dedesi Haşim, Medi­ne'de dul bir hanım olan Selma bint Amr ile, boşama hakkı Sel-ma'nm elinde olmak şartıyla evlenmişti.[311] Cahiliye devrinde kay-mi arasında şeref ve mevki sahibi olan kadınların, nikâhlanırken boşama hakkının kendilerinde olmasını şart koştukları, kocaları ile geçinememe durumunda bu hakkı kullandıkları kaydedilmek­tedir. Fatıma bintül-Harşeb el-Enmâriyye, Ümmü Harice Amrâ bintü Sa'd b. Abdillah, Mariye bintü Caid b. Dabra, Atike bintü Mürre b. Hilal, es-Siva bintü'1-Ayes bu devirde boşama hakkı elle­rinde olmak üzere nikahlanan kadınlardandı.[312]

Cahiliye devrinde, talakın üç olduğunu kabul eden kimseler de vardı.[313] Bir kimse hanımını birinci defa boşar da tekrar ona dönmek isterse, bu hususta insanların en hak sahibi kabul edilir­di. Üçüncü talaktan sonra artık hanımına dönemeyeceği hususu Araplar tarafından benimsenmişti. Ancak Cahiliye döneminde talak adedine riayet etmeyenler de vardı. Bu dönemde bir adam karısını sınırsız sayıda boşayıp, iddeti içinde tekrar ona dönebilir­di. Böyle kimseler karısını sayısızca boşuyor, sırf zulmetmek ga­yesiyle iddeti bitmeden tekrar karısına dönüyor, sonra onu tekrar boşuyorlardı. Bu kimselerin bu davranışı, boşanan kadınların başkalarıyla evlenmesini engellemek için yaptıkları anlaşılmak­tadır.[314] Boşama hususunda kadınların iddetine de riayet edilmi­yordu.[315]

Cahiliye devrinde ayrılma şekillerinden birisi de Hul' idi. Hul' kadının bir bedel karşılığı ko
Hafize Aişe:
kocasından boşanmayı sağlamasıydı. Kadın aldığı mehirin bir kısmını kocasına vermek suretiyle tala­kım satın almak mecburiyetinde kalıyordu. Bu devirde Amir b. ez-Zarîb kızım, kardeşinin oğlu ile evlendirmiş, fakat kız kocasını istemediğini söyleyince, Âmir kızma verilen mehri iade ederek onları ayırmıştı.[316]

Bu dönemde kocalar, verdikleri mehri geri almak için boşa-dıkları karılarını sıkıştırıyorlardı. Bu hususun Mekke'de yaygın olduğu nakledilmektedir. Bîr erkek, şerefli bir aileye mensup bir kadını nikâhlar, geçinemedikleri zaman izni olmaksızın bir baş­kasıyla evlenmemesi şartıyla serbest bırakırdı. Bu husus şahitler huzurunda yazılırdı. Kadına bir dünürcü çıkarsa, kadın eski koca­sına aldığı mehiri geri verir, razı edebilirse evlenebilirdi.[317]

Cahiliye döneminde boşama yollarından başka birisi de "ilâ" idi. Bir kimsenin karısına belli bir süre yaklaşmamaya yemin et­mesine îlâ denilirdi. Bu devirde îlâ talak kabul edilir ve boşama derhal gerçekleşirdi.[318] Ilâ'nin müddeti ise, bir, iki yıl veya daha fazla olabilmekteydi.[319]

Bu devirdeki bir boşama şekli ise Zıhâr idi. Zıhâr, kocasının karısını nikâhı kendisine ebediyyen haram olan bir kadının, ken­disince ebediyyen bakılması haram olan arkası, karnı gibi bir uzvuna benzetmesidir. Zıhâr Cahiliye devrinde bir talak kabul edilir, bir adam karısına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" deyince, karısı ona haram olur, karısını boşamış sayılırdı. Bundan sonra artık ebediyyen karısına dönemezdi.[320] Ensâr'dan Evs b. es-Sa-mit, hanımı Havle bintü Malik'e kızarak zıhâr yapmış, bunun üze­rine zıhar ayetleri nazil olmuştu.[321]



m) Îddet:


Cahiliye döneminde talâktan (boşamadan) cfolayı beklenilen iddet için tayin edilmiş kesin bir vakit yoktu. Bu sebeple kadınlar, boşandıkları kocalarından olan çocuklarını, ikinci kocalarının ya­tağında dünyaya getiriyorlardı. Bu durum sonraları neseb dava­larına sebep olmaktaydı. en-Nâkımıyye adlı bir kadm ilk kocası Muaviye b. Bekr'den hamile olduğu halde boşanmış, sonra Sa'd b. Zeyd-i Menat ile evlenerek, onun evinde ilk kocası Muaviye'den olan oğlu Sa'sa'yı doğurmuştur. Ümmü Rebia ise, Hubeyre b. Nu'man tarafından boşanmış, sonra Âsim b. Cez' ile evlenmiş, Hu-beyreden olan oğlu Rebia'yı sonraki kocası Âsım'm evinde dünya­ya getirmiştir.[322] Cahiliye döneminde boşanan hamile kadınlar, kannlanndaki çocuğu kasden gizliyorlar ve başka bir kocaya varı­yorlardı. Bunun sebebi kendilerini boşayan kocalarının, tekrar kendileı-ine dönmesi ihtimaliydi.[323]

Bu devirde kadınların iddetleri lüzumundan fazla uzar ve ca­hilane şartlar içinde geçerdi. Kocasının ölümü üzerine kadın, en değersiz bir elbise içinde evinin en karanlık bir köşesine çekilir, tam bir yıl bir tarafa çıkmazdı. Kadın bu müddet esnasında ne yı­kanır, ne tırnaklarını keser, ne de vücudunun temizlenmesi gere­ken yerlerini temizleyebilirdi. Koku sürünmek ve her çeşit kadın tuvaleti yasaktı. Sonunda bu ağır hapis hayatını tamamlayan ka­dının yanma eşek, koyun, kuş gibi bir hayvan getirilir, kadın ef-sunlamr gibi o hayvanı vücuduna meshederdi. Bazan da zavallı kuşu edeb yerine sürterek öldürürdü. Daha sonra kadın iddetini geçirdiği yerden çıkardı. Bu defa da kadının eline bir hayvan tersi verilirdi. Kadın bu tersi önüne veya arkasına atardı. Kadının bu­nu tefeul maksadıyla, bir daha böyle bir hal görmeyeyim, başım­dan ırak olsun diye yaptığı sanılmaktadır. Kadın, bu merasimden sonra temizlenir, yıkanır ve istediği gibi süslenerek evlenme teklif eden dünürcülerine görünebilirdi.[324] Yine Cahiliye döneminde bo­şanan kadınların iddeti, kendilerini boşayan kocaları tarafından suistimal edilerek onlara eziyet etmek maksadıyla uzatılmaktay­dı.[325]



n) Miras:


Cahiliye devri Araplarmda hakim bulunan göçebelik ve ça­pulculuğun verasete tesiri olmuştur. Bu sebeple, silah taşımayan çocuklarla kadınlar, varisler arasında yer almamıştır. Hatta ka­dınlar eşya gibi veraset yoluyla intikal etmişlerdir. Bu devirde vâris olabilmek için, erkek ve kuvvetli olmak, ergenlik çağına ulaşmış olmak, silah taşıma gücüne sahip olmak şarttı. Savaşma­ya gücü yetmeyen ihtiyarlar bu haktan yararlanamazdı. Sözgeli­mi küçük yaştaki oğul ile amca birlikte bulunduklarında, miras amcanın hakkıydı, çocuk mirasta hak iddia edemezdi.[326]

Hısımlık mirasçı olma sebeplerindendi. Neseb dolayısıyla hısımlar ilk sıralarda yer alırlardı. Bunların içinde de ilk olarak ölenin asabesi gelirdi. Ölen bir kimsenin terikesi, baba yönünden en yakın akrabaya geçerdi. Ölenin akrabalarından at üstünde sa­vaşan, ganimet toplamaya gücü yeten büyük erkekleri vâris ya­parlardı. Bu şartlan taşıyan oğul, oğlun oğlu ilk vâristi. Bu ikisi yoksa miras babaya, dedeye intikal eder, sonra sırasıyla kardeş veya çocukları, amca ve çocukları gibi erkek hısımlara geçerdi.[327] Kız çocukları ise mirasçı olamazdı. "Mızraklarıyla çarpışmayan, yurdunu müdafaa etmeyen, ganimet toplamayan kimseler miras­çı olamaz" diyorlardı.[328]

Zü'1-Mecâsidi'l-Yeşkûrî adlı bir kimsenin, Cahiliye devri Arapları arasında ilk defa kız çocuklarına mirasta hisse verdiği, erkeğe iki, kadına bir hisse verme usulünü tatbik ettiği zikredil­mektedir.[329] Ölen kimselerin dul kalan karıları da mirasçı ola­mazlardı. Bunlar terikeden sayılır ve veraset yoluyla mirasçılara geçerlerdi. Bu durum, Araplarda kardeşin dul karısıyla evıenme adetini meydana getirmişti. Binaenaleyh bu devirde Mekke'de kadınlara belli bir miras hakkı tanınıyordu. Ancak Medine ve ci­varında böyle bir durum söz konusu değildi» Nitekim Medine'de bir adam öldüğü zaman, ölenin asabesinden bir kimse veya kadı­nın üvey oğlu, elbisesini ölenin karısının üzerine atar ve kadına sahip olmaya hak kazanırdı. Ebu Kays b. el-Eslet vefat edince, hanımı Kebşe'nin başına böyle bir hal gelmiş, o da durumu Hz. Peygambere şikayet etmişti. Bunu duyan Medine'li kadınlar da Hz. Peygamber'e gelerek, hepsinin durumunun aynı olduğunu söylemişlerdi.[330]

Cahiliye döneminde bir kimse diğer bir kimseye sözleşme (Ahd) yoluyla da mirasçı olabiliyordu. Bu, Hılf (Velâ), Evladhk edinmek (Tebennî) ve Vasıyyet yoluyla cereyan edebilirdi. Hılf, dostluk ve tevarüs andlaşması demekti. Cahiliye döneminde iki kişi, birbirlerinin mallarını, canlarını koruma ve birbirlerine vâris olma konusunda bir akid yaparlar, bunu bir ahde bağlayarak aralarında velâ münasebeti tesis ederlerdi. Böylece ölenin mi­rası, şartları taşıyan bir hısımı yoksa, akid yaptığı şahsa kalırdı. Hılf (Velâ) andlaşması yapan bir kimse, diğer bir kimseye, "Kanım senin kanın, kanımın dökülmesi, senin kanının akıtılması olsun. Sen beni istersin, ben de seni" der, bu andlaşmayı, yapanlardan hangisi önce ölürse sağ kalan ölenin malına vâris olurdu.[331]

Âzadlı köle ile efendisi, şayet vâris bırakmadan ölürlerse bir­birlerine mirasçı olurlardı.[332] Bazan da âzad ettikleri kölenin bu şekildeki velâ hakkını satarlardı.[333]

Cahiliye devrinde bir kimse, bir başkasının oğlunu evladlık edinir (Tebennî), bu çocuk babalığı ölünce mevcut âdete göre, öz çocukların haklarına sahip olarak, onun malına vâris olurdu.[334]

Bu dönemde mirasçı olmanın bir başka yolu da vasıyyetler idi. Ölen bir şahıs, malının tamamını bir başkasına vasıyyet edebilir­di. Vasıyyette belirli bir oran yoktu. İsteyen mirasçısı olsun ya da olmasın istediğine dilediği kadar malı vasıyyet edebilirdi.[335]

Bazan da Araplar, bir yeri, bir evi ömür boyu faydalanmak üzere birisine verir, o adam öldükten sonra tekrar geri alırlar ve buna "Umrâ" derlerdi.[336] Bazan da, "Şu evimi sana bağışladım, ben senden evvel ölürsem ev senin, sen benden önce ölürsen ev tekrar benim olacak" diyerek bir çeşit muamele yaparlar ve buna da "Rukbâ" derlerdi.[337]



o) Savaş, Baskın-Yağma Ve Ganimetler:


Cahiliye Arapları genellikle fakir bir hayat sürer, baskınlar yaparak birbirlerinin mallarım yağma ederek geçinirlerdi. Oğlan çocuklarına üstün bir yer verip, kız çocuklarım horlamaları da bu yüzdendi. Başka kabilelere yapılan baskın ve tecavüzler sebebiyle savaşların ardı arkası kesilmezdi. Esir aldıkları insanları diri diri yakarlar, insan öldürmekten zevk alır, hasımlar birbirlerini ele geçirdiklerinde kafalarım kesip kadeh olarak kullanacaklarına yemin ederlerdi.[338] kabileler gazveye çıkarlardı. Gazve, bir kabi­lenin ötekine karşı giriştiği bir hareketti. îki kabile arasındaki münasebetler iyi de olsa, dostluklar bozulabilir ve bir gazve imkan dahiline girebilirdi. Savaş ve baskınlarda şiddetli davramhr, her türlü insani davranıştan uzak bulunulurdu. Kadın ve çocuklar he­def alınır, yaşlı, çocuk, kadın demeden baskınlarda öldürülür veya köle yapılarak satılırlardı.[339] Esir aldıkları kadınları kendileri cariye olarak kullandıkları gibi, bazan da satarlardı. Esir edilen çocuklu kadınları yavrularından ayırırlar, annesini bir kimseye, çocuğu da bir başkasına verirler ya da ayrı ayrı yerlere satarlardı.

Haram ayları gözetirler, bu aylarda savaş ve baskın yapmaz­lardı. Fakat Haram ayları da "Nesî" uygulaması ile tahrif etmiş­lerdi. Savaş ve baskınlarda ele geçirdikleri kimselere işkencelerin yanısıra, "Müsle" de yaparlardı. Müsle, maktulün Ölmeden önce veya öldükten sonra burnunu, kulaklarını kesmek, gözlerini oy­mak, diğer azalarını tahrip etmek suretiyle yapılırdı. Uhud sava­şında müşriklerin, müslüman şehidlere müsle yaptıkları bilin­mektedir. Bunlar, kendilerine gerdan, bilezik ve kemer yapmak için şehidlerin burun ve kulaklarım kesmişlerdi. Utbe'nin kızı Hind, Hz. Hamzamn göğsünü Vahşi'ye yardırmış, karaciğerini dişleriyle çiğnemiş, burnunu,kulaklarını erkeklik uzvunu kes­miş, bunlardan bilezik, halhal ve gerdanlık yapmış, bunları taka­rak Mekke'ye girmişti.[340]

Savaşların tabii neticesi çapuldu. Çapul, Arapların milli bir sanatı durumundaydı. Bir ganimet elde edildiği zaman, kabileye ait olurdu. Ganimetin en kıymetlisi ise, kabile başkanına ayrılır­dı. Tabii bu arada ganimet malından çalındığı da olurdu.[341] savaş ve baskınların sonucunda elde edilen ganimetler taksim edilme­den Arap kabile reislerinin ganimetlerin içinden kendileri için seçtikleri şeye, "Safî" denirdi.[342] Safî, deve, koyun gibi hayvan cin­sinden olacağı gibi, esir edilen köle veya cariyeler arasından da se­çilirdi. Savaş ve baskınlarda elde edilen ganimetlerin dörtte biri orduyu yöneten komutana ayrılır ve buna "Mirba" denilirdi.[343] Böylece Arap kabile başkanlarc,ele geçirilen ganimetlerin dörtte birini hisse olarak almakla, kendilerine yüklenen vazifeleri yeri­ne getirme imkanına sahip oluyorlardı.[344]



ö) Kölelik:


Cahiliye devrinde bir köle, kendi kıymetini kazanıp sahibine ödeyerek hürriyetine kavuşabilirdi. Bu anlaşmaya "Mükatebe Akdi" denilirdi"[345] Bir kimse köle satın alınca, boynuna bir ip ta­karak götürürdü. Köle harp esiri ise, kâkülü fidye verilinceye ka­dar kesilirdi. Köle satın alarak bir başkasına hediye etmek âdetti. Köleler, mal gibi miras yoluyla intikal ederlerdi. Köle sahibinin vefatından sonra geçerli olmak üzere azad edilmişse, sahibinin ölümünden sonra hür olurdu. Kölelerin gelinlerin mehirine dahil edildikleri de olurdu.[346] Bu devirde bir kölenin cezası, bir hürün cezasının yarısıydı. Bazı köleler savaşta istihdam olunur, fakat ganimetten payı efendileri alır, kölelere bir şey verilmezdi. Borç­lular, borçlarından dolayı köle yapılıyordu. Ebu Leheb'in, As b. Hişam'ı kumar borcundan dolayı köle yaparak devesini güttürdü­ğü kaydedilmektedir.[347] Cariyelerden olan çocuklar da esir kabul edilirdi. Bir cariyeden doğan çocuk necib ve zeki ise, Araplar onun nesebini tanırlardı. Aksi takdirde bu çocuklar köle olarak kalır­lardı. Efendisinden çocuğu olan cariyeler (Ümmü Veled) satılabi­lirdi.[348] Esir veya köle iken azad edilen kimseye "Itk Mevlâsı" de­nilirdi. Bir köle, ifa ettiği mühim bir vazifeden dolayı azad edilebi­lirdi. Hür olan bu köle artık sahibinin mevlası sayılırdı. Köle bun­dan sonra miras olarak intikal etmezdi. Bazan da sahibi, köleyi, vela hakkı kendisine ait olmak üzere bir başkasına satardı. Azad edildiği takdirde, kölenin vela hakkı eski sahibine ait olurdu.[349] Bazan da bir köle vela hakkı kimseye ait olmamak üzere azad edi­lir ve "Sâibe" adım alırdı. Artık köle malım dilediği yere koyabilir, kimse karışmazdı.[350]



p) Yeminler:


Cahiliye devrinde müşrik Araplar, putlara, dikili taşlara (En-sab), kurbanlara, kurban kesilen yerlere, adak yerlerine, babala­rına, annelerine, atalarına, Kabe'ye, emanete vs. hususlara ye­min ediyorlardı. Yemin törenleri düzenlerlerdi. Yemin ettikleri veya sözleştikleri zaman bir ateş yakarlar, ateşe yaklaşırlar, ate­şin faydalarını sayarak, bu yemini bozmak isteyen olup olmadığı­nı sorarlar, ateşin başında musafaha yaparak, "Bizim kanımız sizin kanınız, sizin mahvınız bizim mahvımızdır" derlerdi.[351] Ayrıca, yeminleştikleri zaman ellerini kana batırıyorlardı. Ye-minleşme esnasında bir kab hazırlayıp, içine kan ve kül veya misk koyarak ellerini buna batırırlardı.[352] Kabe'nin inşası sırasında da ellerini kana batırarak yemin etmişlerdi.[353] Ayrıca Hz. Peygam-ber'in çocukluğunda "Hılfu'l-Mutayyibin" (koku sürünenler and-laşması) diye anılan bir andlaşma yapılmıştı. Haşimoğullan, Zühre oğulları, Teym kabilesi mensupları îbn Cüz'an'ın evinde toplanarak, bir kab içine'koku koymuşlar, ellerini bu kokuya batı­rarak, zalimden mazlumun hakkım alma ve yardımlaşma konu­sunda yemin etmişlerdi.[354] Hz. Peygamber de küçük bir çocuk iken amcalarıyla beraber, bu yemin törenine, şahid olmuştu.

Cahiliye Arapları bazan da tuz üzerine yemin ederlerdi. Hüla denilen yemin çeşidi ise, içine tuz atılan kabile ateşinin üzerine yemin etmek suretiyle yapılırdı.[355]

Bu devirde, kendisine yemin edilen putlar arasında Uzza, Lât, Menât, Hübel vs. vardı. Cahiliye dönemine ait şiirlerde bu tür yeminlere rastlanmaktadır. el-Mütelemmis bir şiirinde el-Lât'a and içmişti.[356] Bazan büyük putların üçüne birden yemin etmek­teydiler. "Lâfa, Uzza'ya ve Menât'a andolsun".[357] Dikili taşlara (Ensâb) da yemin etme alışkanlıkları vardı.[358] Her kabilenin, sa­hip olduğu puta yemin ettiği anlaşılmaktadır. Kureyş kabilesi, îsaf ve Naile adlı putlara and içiyordu. Ebu Talib'in böyle bir yemi­ninden bahsedilmektedir.[359] Evs ve Hazreç kabileleri ise Menât'a yemin ediyorlardı.[360] Ibn Abbas'm naklettiğine göre, Cahiliye dö­neminde Kabe'nin önünde "Hatim" üzerine yemin edilir, yemin eden şahıs kamçısını, ayakkabısını, yayını Hıcr'e atardı.[361] Bu ha­reket yeminleşmeye delil sayılırdı.[362] Ayrıca Kabe'ye de yemin edilirdi.[363] Müşrik Araplar tabiat tezahürleri üzerine de yemin ederlerdi. Onların yemin ettikleri varlıklar arasında su, yer, hava, nur, ışık, karanlık vs. hususlar sayılabilir.[364] Kurbanlık hayvan­lara, bu hayvanların sahiplerine, develeri koşturanlara da yemin edilmekteydi.[365]

Cahiliye Araplannm ömür ve hayata and içtikleri de bilin­mektedir.[366] Bazan da sıla-i Rahmi kesmeye yemin ederlerdi. Bu­nun yanısıra tüccarlar mallarını satabilmek için yemin etme âdetindeydiler.[367] Yemin bozulurken de elbisenin bazı kısımları koparılır veya yırtıhrdı. [368]



r) Kasâme:


Kasâme uygulaması Cahiliye döneminde de mevcuttu. Ibn Abbas'm naklettiğine göre, Cahiliye döneminde ilk kasâme Haşi-moğulları arasında meydana gelmişti. Haşimoğullarmdan birisi­ni, Kureyş'in bir başka kabilesinden olan bir adam çoban tutmuş ve develerinin yanına götürmüştü. Daha sonra bu çoban develer­den birinin yularını, çuvalının ağzını bağlamak için isteyen diğer bir Haşimiye vermişti. Sürü sahibi buna çok kızarak, sopayla çobana vurmuş ve ölümüne sebep olmuştu. Fakat çoban ölmeden önce oradan geçmekte olan Yemenli bir adama durumu anlatmış ve Hac mevsiminde Mekke'ye gelerek Ebu Talibi bulmuş ve duru­mu ona anlatmıştı. Bunun üzerine Ebu Talib, çobanı öldüren adama gelerek, ya yüz deve vermesini yahut onun öldürmediğine dair kabilesinden elli kişinin yemin etmesini, aksi takdirde kendi­sini öldüreceklerini söylemiştir. Çobanı öldüren adam durumu kabilesine anlatınca, "Senin öldürmediğine yemin ederiz" demiş­lerdi. Bunlardan bir tanesi yemin etmemiş ve hissesine düşen iki deveyi vermiş, geriye kalan kırk dokuz kişi yemin etmişti. Fakat bir yıl geçmeden yalan yere yemin eden bu kimselerin hepsi öl­müştü. Cahiliye döneminde Kasâme yapılmasına sebep olan şah­sın Haddaş b. Abdillah olduğu, bunun yanında ücretli olarak çalı­şan Amir b. Alkame b. Abdilmuttalib'in öldürdüğü kaydedilmek­tedir.236 Cahiliye döneminde kasâme yapılarak tesbit edilen sanık öldürülmekteydi.[369]



s) Kısas Ve Cezalar:


Kısas uygulaması Cahiliye devrinde de mevcuttu. Bu devirde kısas diyete çevrilebiliyordu. Veliddü'd-Dem (Kan Sahipleri) güç­süz ise, kısas yapmaya muktedir olamıyor ve diyet almak mecbu­riyetinde bırakılıyordu. Bu dönemde, hata ile öldürmelerde kısas tatbik edilerek, katil öldürülebiliyordu.[370] Cinayetten dolayı kısas tatbik edilebilmesi için görgü şahidlerine ihtiyaç duyuluyor ve suçlu hakime sevkediliyordu.[371] Ancak hakimler, daha çok icra gücü olmayan hakem durumundaydılar. Verdikleri kararlar çoğu zaman yerine getirilmiyordu. Aleyhine karar verilen taraf hük­mün yerine getirilmesine mani oluyordu.[372] Ayrıca suçun şahsili­ği prensibine pek riayet edilmiyordu. Bu dönemde, bir şahıs dövül-se, öldürülse veya eşyası çalmsa, yağma edilse, mağdur olan kim­se işi yapan şahsı ele geçinmezse, onun soy bakımından beşinci dedeye kadar ulaşan akrabasından (Hamse1 sinden) kimi ele geçi­rirse onlardan intikam alırdı. Boğmak suretiyle adam öldürmek ise büyük bir cinayetti. Bir kimse bir adamı boğarak öldürürse, ele geçirildiğinde hem kendisi, hem de hamsesinden üç kişi öldürü­lürdü. Boğan kimsenin hamsesi, diyet vermek isterse dört adam diyeti verirdi. Boğan kimsenin ele geçirilemediği durumlarda da, hamsesinden dört kişi öldürülürdü.[373]

Cahiliye döneminde, katilin suçsuz olan yakınlarının hedef alınması kan davalarının meydana gelmesine sebep olmuştu. Bu dönemde kısas yapma hakkı Veliyyüddem'e aitti. Ancak çoğu zaman veliyyüddemin kısas yapmasına engel olunur, diyete razı olmaya zorlanır, bu yüzden de kan davaları ortaya çıkardı. Suçlu kısas için veliyyüddem'e teslim edilmezdi. Veliyüddem ise, çoğu zaman sadece suçluyu öldürmekle yetinmez, katili ve hamsesin­den olan diğer şahısları öldürmeye çalışırdı.[374]

Kısas ise, kana kan, dişe diş şeklinde bir ölçü içinde tatbik edilmez, insanların canlan ve kanları birbirine eşit sayılmaz, bir cana karşı birçok can alınabilirdi. Bunun sonucu olarak güçlü olan kabile intikamını alır, suçluyu ve etrafındaki yakınlarını ölçüsüz­ce cezalandırırdı. Güçsüz kabile ve topluluklar ise, kendilerinden bir şahsın güçlü kabileye mensup biri tarafından öldürülmesi ha­linde kısas uygulayamazlardı.

Hırsızlık yapan kimse sağ eli kesilerek cezalandırılırdı. Cahiliye döneminde Kabe'nin kapısından girince sağ tarafta Hızânetül-Kâbe denilen bir çukur vardı ve halk bu çukura, Kabe'ye hediye olarak çeşitli şeyleri atarlardı. îşte, Cahiliye döne­minde Kabe'ye ait bir hazine Düveyk adlı bir şahıs tarafından ça­lınmış ve ceza olarak eli kesilmişti.[375] Yine Cahiliye döneminde, Vabısa b. Halid, el-Hıyar b. ****, Ubeydullah b. Osman adlı şahıs­ların elleri hırsızlık yaptıkları için Kureyşliler tarafından kesil­mişti. Avf b. Ubeyd hırsızlık yapınca bir eli kesilmiş, sonra yine hırsızlık yaptığı için diğer eli kesilmiş, daha sonra yine hırsızlık yaptığı için recmedilmiştir. Ayrıca Mikyas b. Kays, Müleyh b. Şu-' reyh'in de elleri Kabe'nin hazinesini çaldıkları için kesilmiştir.[376]

Bu dönemde, yol kesenler ise asılarak cezalandırılıyordu. Ye­men ve Hire hükümdarları yol kesenleri asarak idam ediyorlardı. Nitekim Numan b. el-Münzir, Abdümenaf oğullarından bir adamı yol kestiği için asmıştı.[377]



ş) Diyetler:


Cinayet vakalarında diyet uygulaması Cahiliye döneminde de vardı. Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ı Kabe'de kurban kesmeye teşebbüsüne kadar, bir adamın di­yeti 10 deveden ibaretti. Ancak Abdülmuttalib, Peygamberimizin babası Abdullah'ı kura sonucu 100 deve karşılığı kurban etmek­ten kurtarınca, bir kişinin diyetininlOO deveye çıktığı söylenil-mektedir.[378] Araplarda develerle diyeti verilen ilk kimsenin Zeyd b. Bekr b. Hevâzin olduğu kaydedilmektedir. Diyeti 100 deveye çı­karan ilk kimsenin Ebu Seyyare olduğu da nakledilmektedir.[379] Peygamberimiz doğmadan önce, Uzeyne adlı bir yahudinin malı­na tamamen öldürüldüğü, Abdülmuttalib'in katilleri bularak 100 deve diyet alıp, maktulün akılesine verdiği de anlatılmaktadır.[380] Ebu Talib de Haşimoğullarmdan öldürülen bir çoban için 100 deve diyet istemişti.[381] Ukâz'da Mekkelilerle Hevazin kabilesi arasın­da yapılan Ficar savaşından sonra, Mekkeliler, karşı taraftan öldürdükleri kişiler, kendi ölülerinden 200 kişi daha fazla olduğu için Hevazinliler'e diyet ödemişlerdi.[382]

Cahiliye döneminde cinayet davalarında ve diyet miktarları­nın tesbitinde Hz. Ebu Bekir hakem yapılmaktaydı.[383] Cahiliye döneminde diyet ödemeye mahkum olan bir adamın yakın asabesi yoksa, uzak asabesi diyeti ödemekle mükellefti. Kadına ise, öldü­rülen kocasının diy-jtin^en hiçbir şey verilmezdi.[384] Çocuksuz bir kadın diyet ödemeye mr.hkum edilirse, bu diyeti kocası değil, ka­dının mensup olduğu kabile öderdi. Bazan da katilin kabilesi ta­yin edilmiş olan diyeti "Memez, bunun sonucu olarak da yine kan davaları meydana gelirdi. [385]



t) Yiyecekler:


Cahiliye dönendndo müşrikler kendi kendine ölmüş hayvan­ların etlerini (meyhe) yemekteydiler. Müşriklerden bazıları, müs-lümanlara: "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da, ALLAH'ın öldür­düğünü niçin yeriliyorsunuz?" diye sormaktaydılar.[386] Müşrikle­rin yedikleri mevte çeşitleri, Münhanika (boğulmuş hayvan), Natîha (susulmuş hayvan), Mevkûze (sopayla vurulup öldürül­müş hayvan), Mütereddiye (yüksekten düşerek ölen hayvan) ile yırtıcı hayvanların parçaladıkları idi.[387]

Müşrikler kanı da yiyorlardı. Acıktıkları zaman ellerine sivri uçtu keskin bir kemik veya benzeri bir şey alarak, hayvanı yaralar ve akan kanı toplayarak içerlerdi. Cahili şair A'şâ bu husustan bahsetmektedir.[388] Bu devirde Araplar, kandan "Bacca" denilen bir sucuk yapıyor ve yiyorlardı. Bacca, bir devenin canlı vücudu yarılarak akıtılan kandan yapılıyordu. Eski Araplar kıtlık zama­nında bunu yemeyi âdet edinmişlerdi.[389] Putlara ve dikili taşlara kestikleri kurbanların etlerini yerler, cömertlik yansı için hayvan keserlerdi. Bazan da talih denemek için hayvan keserler, "Meysir" adlı kumar oyununda bunu ortaya koyar, hisse çıkan kimseye bu etleri verirlerdi. Ençok deve, koyun gibi hayvanlann etlerini yi­yorlardı. Kıtlık zamanlannda keler (Dabb), yaban faresi (Yerbû), ada tavşanı (Veber) yerlerdi. Yırtıcı hayvanlan, leş yiyen kuşları, yılanlan, köpekleri, kedileri, fareleri, kurbağalan ve zehirli olup sağlığa dokunan şeyleri yemezlerdi.[390]



u) Îçki-Kumar:


Cahiliye döneminde içki son derece yaygındı. İçkiye o derece müptela olmuşlardı ki, Arapça'da içkinin 100 kadar ismi geçmek­teydi. Şiirlerinde içkinin bütün çeşitlerini ve sofralarını tasvir et­mekteydiler. Medinede hurma koruğu ve hurmadan yapılan Fadih diye adlandırılan bir içki kullanılmaktaydı.[391] Üzümden de şarap yapılıyordu.[392] Yemen halkı ise, Bit' denilen ve baldan yapı­lan bir içki üretiyordu.[393] Yemen halkının, "Mizr" denilen arpa ve­ya mısırdan yaptığı bir içkisi daha vardı.[394] Aynca buğday ve dan-dan "Gubeyrâ" denilen bir içki daha yapıyorlardı.[395] Aynı içkiye "Sükreke"de denilmekteydi.[396]

Bu devirde kendisine içkiyi haram kılan kimseler de mevcut­tu. Bunlar içkinin kötülüklerini farkeden, zarannı gören kimse­lerdi. Abdullah b. Ced'an, Amir b. ez-Zarib, Afif b. Ma'diker b. Kays b. Asım el-Munkırî, SafVan b. Ümeyye, Abdülmuttalib b. Ha-şim, Şeybe b. Rebi'a, Velid b. Muğire vs. bu kimseler arasında yer almaktadır.[397]

Cahiliye devrinde Araplann "Meysir" dedikleri bir kumar çe­şidi vardı. Bunu piyango tarzında yaparlardı. Bu kumar çeşidinde "Ezlâmü Aklâm" denilen on adet ok vardı. Bu oklara, Fezz, Tev'em, Rakib, Hils Nafıs, Müsbil, Mualla, Menih, Sefih, Veğd derlerdi. Menih, Sefih ve Vağd'in dışındakiler hisseye sahip olur­du. Piyango çekilmek üzere bir deve kesilir, 28 hisseye ayrılır, Fezze bir, Tev'eme iki, Rakibe üç Hilse, dört Nefise beş, Müsbile altı, Mualla'ya yedi hisse tahsis edilirdi. Menih, Sefih ve Vağd ok­ları boş ve mahrum bırakılırdı. Bu on adet ok, "Rebabe" denilen bir torbaya atılır, "Yasir" denilen güvenilir bir şahsın önüne konulur, o da torbayı çalkalayıp elini sokar ve iştirak eden her şahıs için bir ok çekerdi. Nasibli ok çıkanlar belirli bir hisseyi alır, boş çıkanlar mahrum kalır fakat parasını öderlerdi. Kendilerine hisse çıkanlar bazan aldıklan eti fakirlere dağıtır, bunu bir hayır sayarak iftihar ederlerdi. Bu kumarda kullanılan ve her biri ayn ayrı isimler taşı­yan oklar, Mekke'de Mabed bekçileri tarafından muhafaza edilir-di.[398] Meysir denilen bu kumar çeşidi, sadece Mekke'de değil, Me­dine'de de yaygındı.[399]



ü) Alış-Veriş Şekilleri:


Cahiliye döneminde Araplar, henüz annesi dahi dünyaya gel­memiş deve yavrusu üzerine alış-veriş yaparlar ve buna "Hablü Habele" derlerdi. Buna göre bir dişi devenin hamile kalıp dişi yav­ru dünyaya getireceği, bu dişi yavrunun da büyüyüp hamile kala­rak bir yavru dünyaya getireceği farzolunur ve bu sonuncu yavru üzerine alış-veriş yapılırdı. Kısacası, karşılığında alış-veriş yapı­lan bu deve yavrusu ortada olmadığı gibi, annesi de henüz ortada yoktu. Elde mevcut gebe devenin dişi doğurması, onun dişi doğu­racak yavrusunun da hamile kalıp, bir yavru dünyaya getirmesi bir şanstı. Sonuç olarak, eldeki devenin dişi deve dünyaya getirmesi mümkün olamayabilir, o zaman hayali deve yavrusunu satın alan kimse zarara uğrardı. Bazı hadislerde Cahiliye devri halkı­nın boğazlanan devenin etini, yukarda anlattığımız "Hablü Habe-le" vadesiyle birbirine sattıkları haber verilmektedir.[400] Ayrıca erkek hayvanların dişi hayvanları döllemesi karşılığında ücret alınır,[401] zahire türü gıda maddeleri hemen satın alındığı yerde başka bir yere nakledilmeden, ölçülmeden üçüncü bir şahsı satı­lırdı.[402] Meyveler daha olgunlaşmadan ağaç üzerinde satılır, mey­velerin toplanması zamanı, satın alan müşteri ağaçlara hastalık isabet etmesinden dolayı mağdur olurdu.[403] Pazara mal getiren kimseler, tüccarlar tarafından pazarın dışında karşılanır, üretici pazara malını sokup değerini Öğrenmeden malı elinden alınarak zarara uğratılırdı. Böylece karaborsacılık yapma imkanı doğuyor, mallar pahalılanıyor, tüketici de zarara uğruyordu.[404] Pazara mal getirenler ise, malını pahalı satmak için müşteriye yalan yere yemin ederlerdi. Bazan da alıcı olamadıkları halde malın pahalı satılmasını sağlamak için fiyat artırarak müşteri kızıştırırlardı. Buna "Necş" denilmekteydi.[405]

Ekini daha başağındayken daha ne kadar mahsûl çıkacağı belli olmadan satarlar, buna da "Muhakale" derlerdi.[406] Meyve hububatı olgunlaşmadan satmalarına da "Muhadara" adım verir­lerdi. Bazan da iki kişi karşılıklı olarak birbirlerinin elbiselerine bakmadan ellerini dokundururlar, "elbisemi senin elbisen karşılı­ğında satıyorum" derler ve böylece satış vacib oldu kabul ederler, bu alış-verişe de "Mülamese" derlerdi.[407] "Ben, bende olanı sana atayım, sen de sende olanı bana at" diyerek, birbirlerinin elindeki malın miktarım bilmeden satın alırlar, bunu da "Münâbeze" diye adlandırırlardı.[408] Araziyi getirdiği malın bir kısmı karşılığı kira­ya verirler, bunu "Muhabere" şeklinde isimlendirirlerdi.[409] Bazan da bir malı satarken, malın malum olmayan bir kısmını satıştan istisna ederler, bu alışverişe de "istisna" adını verirlerdi.[410]

Taş atma satışı (Bey'ul-Hasât) da yapılırdı. Bu satış, "Şu taşı at hangi elbisenin üzerine düşerse, o şu kadar paraya senindir" şeklinde yapıldığı gibi, araziden bir taş atımı yer satmak şeklinde de yapılırdı. Bazı kimseler de ellerine bir avuç taş alarak, "Avu-cumda kaç tane taş çıkarsa, satılık maldan o kadarı benimdir" di­ye alış-veriş yaparlardı. Bazan da ellerine bir taş alırlar ve "Bu taş ne zaman yere düşerse, satış o zaman vacib olacak" diyerek yapar­lardı. Bir koyun sürüsünün önüne çıkarak, "Bu taş hangisine isa­bet ederse o koyun, şu kadar paraya senin olacak diyerek taş atma suretiyle de satış yapılırdı. Bu satışların hepsi aldatma kapsamı­na giriyordu. Bazan kaçak bir köleyi, ovadaki vahşileşrniş atı, su­daki balığı, kısacası kişinin malik olmadığı şeylerin satışı yapılır, bunlara da "Bey'ul-Ğarar" adı verilirdi.[411] Yine Cahiliye döne­minde kedi-köpek satılır ve parası yenilirdi.[412] içki, leş ve put satı­cılığı ile de meşgul olurlardı.[413] Peşin para veya bir mal ile, veresi­ye bir malı satın alırlar, buna da "Selef veya "Selem" derlerdi. Me­dine halkı hurmayı bu şekilde satıyorlar, bedelim peşin alarak, hurmayı iki üç yıllık vadede teslim etmek üzere anlaşıyorlardı.[414]



v) Faizcilik:


Cahiliye döneminde faizcilik çok ileri gitmişti. Bu devirde, eğer bir kimsenin diğer bir kimsede alacağı varsa, borcun vadesi gelince, o kimse borçluya 'borcunu ödiyecek misin? Yoksa arttıra­cak mısın?' diye sorardı. Borçlu borcunu ödeyemezse, bu kimse alacağının üzerine faiz ilave ederek, borcun ödenmesini bir müd­det daha tehir ederdi.[415] Cahiliye dönemindeki bu faiz muamelele­rine "Riba" adı verilirdi. Ribâ, "Riba Nesie" ve "Riba Fadl" diye iki­ye ayrılırdı. Ribâ Nesie'de aylık faiz tahsil edilir, Riba Fadl'da bir mal, aym cinsten daha fazla mal karşılığı satılırdı.[416] Cahiliye dö­neminde ribanın çok yaygın olduğunu Hz. Peygamberin Veda Hutbesi'nde de anlamaktayız.[417] Yine bu dönemde, Sakif kabile­sinden Benî Amr ile, Benî Mahzum'dan Benî Muğire arasında riba muamelesi yapılmaktaydı.[418] Halid b. el-Velid ile, Hz. Abbas'm da Cahiliye devrinde ortak olarak, riba ile veresiye alış-veriş yaptık­ları kaydedilmektedir. Yine Hz. Osman ile Hz. Abbas'm peşin pa­ra ile veresiye hurma alışverişi yaptıkları (selem), vakti gelince hurmanın bir kısmını aldıkları, kalanı için de faiz ilave ettikleri nakledilmektedir.[419]


y) Diğer Muameleler:


Cahiliye döneminde bir kimse bazan bir malını veya eşyasını, aldığı borç veya başka bir şey karşılığında rehin bırakırdı. Borç ödenmeyince, rehin bırakılan şey alacaklıya mal edilir ve sahibine iade edilmezdi.[420] Yine bu dönemde "Mudârebe" demlen bir ortak­lık şekli vardı. Bu, mal sahibi ile kârda ortak olmak üzere, bir kim­senin malını işletmek suretiyle yapılmakta, bir kişiden para veya mal, diğerinden de çalışma ortaya konularak gerçekleştirilmek­teydi. Nitekim Hz. Abbas, Hakim b. Hizam[421] ve Hz. Osman'ın mudârebe usulüyle ticaret yaptıkları bilinmektedir.[422] Hz. Pey­gamber ise, İslâm gelmeden önce hanımı Hz.Hatice ve Saib (r.a.) ile bu tür ortaklık yapmıştı.[423] Cahiliye devri uygulamalarından birisi de "Hima" idi. Hima, korunan yer demektir. Cahiliye döne­minde bir kabile başkanı bir yeri kendisine tahsis ederek, başka­larını orada hayvan otlatmaktan menetmek için, yüksekçe bir yerden köpek havlatırdı. Köpeğin sesi nerelere kadar ulaşırsa, o yerler o reisin otlağı sayılır, başkaları orada hayvan otlatamaz, fa­kat kendisi başkalarına ait yerlerde hayvan otlatabilirdi.[424]

[131] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/225.

[132] İbn Habib, Muhabber, s.319; Halebî, a.g.e., I, 425.

[133] ibn îshak, Sîre, s.291.

[134] îbn Hişam, Sîre, s.III, 47; Taberi, Tarih, II, 483-484.

[135] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.21.

[136] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.19.

[137] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/225-226.

[138] Hatiboğlu, Batıdaki Hadis Çalışmaları Üzerine, (Tebliğ), s.86-87.

[139] İbn Habib, Muhabber, s.171-172; Müslim, Sahih, IV, 1920.

[140] Enfâl, 35.

[141] Yazır,Hak Dini, IV, 2400.

[142] A.O. Ateş, a.g.e., s. 37-38.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/226-227.

[143] Ebu Davud, Sünen, I, 675; Nesâî, Sünen, III, 179-180.

[144] Sübkî, Menhel, VI, 305.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/227.

[145] Belâzurî, Ensabii'l-Eşraf, I, 82-83.

[146] Buharı, Sahih, II, 15; İbn Mace, Sünen, I, 405; Ahmed b. Hanbel, Miis-ned,l, 7; II, 93.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/227-228.

[147] İbn Habib, s.319-320; Şehristanî, el-Milel, II, 248-249.

[148] Ebu Davud, Sünen, III, 547, No: 3214; Nesaî, Sünen, I, 110; İbn İshak, Sîre, s. 223; İbn Sa'd, Tabakât, 1,123.

[149] İbn Habib, Muhabber, s.323.

[150] Îbnü'1-Esîr, en-Nihâye, V, 86.

[151] Nevevî, Minhac, VI, 229; Aynî, Umdetü'l-Karî, VIII, 79; Muallakatü's-Seb'a, s.19, beyit, 97; Tere: Yedi Askı, s.48.

[152] İbn İshak, Sîre, s.45,46; İbn Hişam, Sire, 1,178-179.

[153] Buharı, Sahih, II, 82-83; Müslim, Sahih, I, 99; Ebu Davud, Sünen, III, 496; Tirmizî, Sünen, III, 324.

[154] İbn Mace, Sünen, I, 514; Sübkî, Menhel, VIII, 288.

[155] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/228-229.

[156] Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensür, III, 235.

[157] Olgun a.g.e., s.102; Cilacı, İlahî Dinlerde Oruç Hac ve Kurban, s.28.

[158] Buharı, Sahih, II, 226, 259; Müslim, Sahih, II, 792.

[159] Ebu Davud, Sünen, III, 293-294.

[160] Buharı, Sahih, IV, 234-235.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/229-230.

[161] Buharı, Sahih, II, 203; Müslim, Sahih, II, 928.

[162] Müslim, Sahih, II, 928.

[163] A.O.Ateş, a.g.e., s. 103.

[164] Buharı, Sahih, II, 205.

[165] Aynî, a.g.e., X, 136.

[166] Müslim, Sahih, II, 928.

[167] İbnü'l-Kelbî, Kitabü'l-Asnâm, s.10.

[168] A'raf, 31; Buharı, Sahih, II, 175; Müslim, Sahih, II, 894

[169] tbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.6; İbn îshâk, Sîre, s.100.

[170] İbn Habib, Muhabber, s.311.

[171] A.O.Ateş, a.g.e., s.111-112.

[172] İbn îshak, Sire, s.80.

[173] İbn Hİşam, Sire, 1,126; Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1,186187.

[174] İbn İshak, Sire, s.76; Buharı, Sahih, II, 179; IV, 235.

[175] Ezrakî, a.g.e., II, 191; İbn Habib, Muhabber, s.236.

[176] ibn Hİşam, Sire, I, 28; Müslim, Sahih, II, 892.

[177] Bakara, 2/203; Tirmizî, Sünen, III, 237.

[178] îbn- îshâk,Sire, 100.

[179] İbn Habib, Muhabber, s.100.

[180] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.13.

[181] Necm, 53/19-23.

[182] A.O.Ateş, a.g.e., s.122.

[183] İbn İshak, Sire, s.75; Buharı, Sahih, II, 175; Müslim, Sahih, II, 894.

[184] İbn îshak Sire, s.82; Ezrakî, Ahbaru Mekke, I, 178.

[185] Ezrakî, a.g.e., I, 178.

[186] Ezrakî, a.g.e., 1,177-178.

[187] Ezrakî, a.g.e., 1,182.

[188] Ezrakî, Sîre, s. 75-76,80.

[189] îbn îshak, a.g.e., s.76.

[190] Ezrakî, a.g.e., 1,120.

[191] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.7; Müslim, Sahih, II, 963.

[192] Ezrakî, a.g.e., II, 40.

[193] İbn Habib, Muhabber, s.311.

[194] Buharî, Sahih, II, 169-170, 203; Müslim, Sahih, II, 930.

[195] İbn îshak, Sire, s.77-78.

[196] İbn Hişam, Sire, 1,126; Taberî, Tarih, II, 257.

[197] İbn İshak, a.g.e., s.78.

[198] Buharı, Sahih, II, 893.

[199] Buharî, Sahih, III, 18; Müslim, Sahih, III, 1672-1673.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/230-235.

[200] Buharı, a.g.e., II, 152; Müslim, a.g.e., II, 909-910.

[201] A.O, Ateş, a.g.e, s.142.

[202] İbn Habib, Muhabber, s.311.

[203] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/236.

[204] Taberî, Tarih, I, 285-286.

[205] İbn Hişam, Sire, I, 46; Ezrakî, Ahbaru Mekke, 1,182-183.

[206] İbn Hişam, Sire, I, 46, Ezrakî, a.g.e., 1,183; İbn Habib, a.g.e., 157; Taberî, a.g.e, II, 286.

[207] îbn Hişam, a.g.e, I, 45,46; Ezrakî, a.g.e, 1,183-184; İbn Habib, a.g.e, s.157.

[208] Bakara, 2/198; Buharı, Sahih, II, 197; Ebu Davud, Sünen, II, 350-351.

[209] Buharı, Sahih, II, 142; Ebu Davud, Sünen, II, 349; İbn tshak, Sire, s.81; Ezrakî, Ahbaru Mekke, 1,177; İbn Kesir, Tefsir, I, 238.

[210] Buharı, Sahih, IV, 234.

[211] Buharı, a.g.e., II, 220.

[212] Ezrakî, a.g.e., 1,117-119.

[213] İbnü'l-Kelbî, Kitabu'l-Asnam, s.8; Tercüme: Beyza Dü^üngen, Putlar Ki­tabı, s.64, Açıklama: 71.

[214] İmam Malik, Muvatta, I, 389.

[215] Ezrakî, a.g.e., I, 110.

[216] îbn Hişam, a.g.e., 1155-158; Ezrakî, a.g.e., 1,112-114; Taberî, Tarih, III, 60-61; Buharı, Sahih, II, 167.

[217] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1,137; Ezrakî, a.g.e, 1,195.

[218] ibn Hişam, a.g.e., I, 143; Ezrakî, a.g.e., 1,111,194-195.

[219] ibn Hişam, a.g.e, 143-144,150; Ezrakî, a.g.e, 1,111-112.

[220] Ezrakî, a.g.e, 1,112.

[221] İbn Hişam, 1,117-119,123-124,130-131.

[222] İbn Hişam, a.g.e., IV, 55; İbn Sa'd, Tabakat, II, 137.

[223] Buharı, Sahih, II, 156; Müslim, Sahih, II, 971; İbn Sa'd, Tabakat, 1,147; Ezrakî, a.g.e., I, 267-268.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/236-240.

[224] Cilacı, a.g.e., s. 141.

[225] A.O. Ateş, a.g.e., 8.176.

[226] İbn îshak, Sire, s.10-18; ibn Hişam, Sire, 1,160-164.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/240-241.

[227] En'âm, 6/136.

[228] İbn Hİşam, Sire, 1,162.

[229] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.24.

[230] Halebî, İnsanü'l-Uyûn, I, 200.

[231] Halebî, a.g.e., I, 200-201.

[232] Ebu Davud, Sünen, III, 550-551.

[233] Beyhakî, Sünen, IX, 314.

[234] Ebu Davud, a.g.e., III, 246.

[235] Ebu Davud, Sünen, III, 277; Tirmizî, Sünen, IV, 74.

[236] Ebu Davud, a.g.e., III, 251-252.

[237] İbn Sa'd, Tabakat, 1,133-134.

[238] Ebu Davud, a.g.e., III, 256.

[239] Buharı, Sahih, VI, 217; Müslim, Sahih, III, 1564.

[240] İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Asnam, s.22.

[241] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.26-27, 36.

[242] Zevzenî, Şerhu Mııallakati's-Seb'a, s.167.

[243] İbn Mace, Sünen, II, 1058.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/241-242.

[244] Ebu Davud, Sünen, III, 132; Taberî, Camiu'l-Beyan, III, 14.

[245] Süheylî, Ravdu'l-Unuf, IV, 397-398.

[246] Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1,180.

[247] Nedvî, Asr-ı Saadet (Tebligat ve Talimat), I, 294.

[248] Buharı, Sahih VII, 234.

[249] Buharı, Sahih VII, 234; Ebu Davud, Sünen, III, 599-600.

[250] Müslim, Sahih, III, 1264.

[251] Buharı, a.g.e, II, 256, 260; Müslim, a.g.e., III, 1277.

[252] Ibn Hişam, Sire, I, 92; İbn Habib, Muhabber, s.330.

[253] En'âm, 6/139.

[254] İbn Hişam, a.g.e., I, 91-92; tbn Habib, a.g.e., s.330.

[255] Buharı, Sahih, IV, 191.

[256] îbn Hişam, a.g.e., I, 92; îbn Habib, a.g.e., s.331.

[257] En'âm, 6/139; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XVI, 91-92; îbnü'l-Esîr,İVi/m.ye, V, 192.

[258] îbn Hişam, Sire, s.I, 92.

[259] Buharı, a.g.e., IV, 160; Müslim, a.g.e., IV, 2192; Aynî, a.g.e., XVI, 91.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/243-245.

[260] Îbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.9-13, 25, 34-35.

[261] İbn Sa'd, Tabakat, I, 93; III, 124; VII, 367.

[262] Tirmizî, Tesmiyetü Ashâbi'n-Nebî, D.E.Ü. İlah. Fak. Dergisi, II, 300; Müslim, Sahih, III, 1686.

[263] A.O.Ateş, a.g.e., s.204, 207.

[264] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/245-246.

[265] Sendubî, Şerhu Divan-ı Îmrui'l-Kays, s.111.

[266] Buharı, Sahih, I, 6-7.

[267] Buharî, a.g.e., V, 37; İbn Hişam, a.g.e., III, 74, 76.

[268] Ebu Davud, Sünen, V, 421.

[269] İbn Kayyım, Zadü'l-Mead, 1,18-19.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/246-247.

[270] îbn Resîr, elBidaye, II, 320; Halebî, Însânü'l-Uyun, I, 227.

[271] Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV, 78.

[272] Taberî, Camiu'l-Beyân, IV, 78.

[273] Taberî, a.g.e., IV, 231-234.

[274] Taberî, a.g.e., II, 380-381.

[275] İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 60-61.

[276] İbn Habib, Muhabber, s.309, 325.

[277] İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, VII, 72-74,197.

[278] Ebu Davud, Sünen, II, 678; Tirmizî, Sünen, III, 436; İbn Habib, Muhab­ber, s. 327.

[279] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 100; VIII, 318, 347, 394; İbn Habib, Muhabber, s.327.

[280] İbn Habib, Muhabber, s. 325-326; Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 304-307.

[281] İbn Habib, a.g.e., s.325.

[282] Taberî, Tarik, II, 266; Süheylî, Ravdu'l-Unuf, II, 356-357.

[283] İbn Sa'd, Tabakât, III, 478, 503; îbn Habib, a.g.e., s. 326.

[284] İbn Sa'd, a.g.e., s. VIII, 300, 316, 322, 328, 343, 347, 401, 407.

[285] A.O. Ateş, a.g.e., s. 278.

[286] Ebu Davud, Sünen, II, 677-578; Tirmizî, Sünen, III, 435; İbn Mace, Sü­nen, I, 628; îbn Habib,Muhabber, s. 357;Şevkanı.

[287] A. o. Ateş, a.g.e, s.286-287.

[288] Serahsî, Mebsut, V, 105.

[289] Buharî, a.g.e., VI, 128; Müslim, a.g.e., II, 1034-1035.

[290] Taberî, Camiu'l-Beyan, V, 19; îbn Hacer, Fethu'l-Barî, IX, 158.

[291] Taberî, a.g.e, V, 20; VIII, 83.

[292] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud. a.g.e., II, 702-703.

[293] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud, a.g.e., II, 703.

[294] Buharî, a.g.e., VI, 132-133; Ebu Davud, a.g.e., II, 703.

[295] Ebu Davud, a.g.e., II, 580-582.

[296] Müslim, a.g.e., VI, 2320.

[297] Buharî, a.g.e., III, 39.

[298] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud, a.g.e., II, 702.

[299] Îbnü'1-Esîr, Nihâye, V, 143.

[300] Alusî, Ruhu'l-Me'anî, XXX, 52.

[301] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, VII, 110.

[302] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXX, 72; Razî, Mefâtîhu'l-Gayb, XX, 55.

[303] En'âm, 6/151; tsrâ, 17/31.

[304] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXX, 72.

[305] Nahl, 16/58-59.

[306] Darimî, Sünen, Mukaddime, 1.

[307] İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, VII, 250.

[308] îbn Habib, Kitâbü'l-Munammak, s. 336.

[309] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 478.

[310] Razî, Mefatîhu'l-Gayb, XX, 54,57.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/247-255.

[311] İbn Hişam, Sîre, 1,144-145; îbn Habib, Muhabber, s. 398. 

[312] İbn Hişam, Sîre, 1,145; İbn Habîb,Muhabber, s. 398-399.

[313] İbn Habîb,Muhabber, s. 310.

[314] imam Malik, Muvatta, II, 588;Tirmizî, Sünen, III, 497

[315] Aynî, Umdetü'l-Kâri, XX, 226.

[316] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IX, 346.

[317] Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 309.

[318] Serahsî, Mebsût, VII, 19.

[319] Beyhakî, Sünen, VII, 381; Serahsî, Mebsût, VII, 19.

[320] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXVIII, 3-7; Serahsî, Mebsûl, VI, 223-224.

[321] Ebu Davud, Sünen, II, 662-666; Nesaî, Sünen, VI, 168.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/255-257.

[322] İbn Habîb, Muhabber, s. 338-339.

[323] Taberî, Camiu'l-Beyan, II, 449.

[324] Buharı, Sahih, VI, 186; Müslim, Sahih, II, 1125; Ebu Davud, Sünen, II, 722-723; Tirmizî, Simen, III, 501-502.

[325] Taberî, Camiu'l-Beyan, II, 456; Tirmizî, Sünen, III, 497; îmam Malik, Muvatta, II, 58./8.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/257-258.

[326] İbn Habîb, Muhabber, s. 324.

[327] Razî, Mefatihu'l-Gayb, IX, 203; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 361-362.

[328] İbn Habîb, Muhabber, s. 324.

[329] İbn Habîb a.g.e., s.236, 324.

[330] îbn Habîb a.g.e., s. 325-326; Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 304-307; Razî, Mefatihu'l-Gayb, X, 10; îbn Hacer, Fethu'l-Barî, VIII, 185.

[331] Razî, a.g.e., IX, 203; Miras, Tecrid-i Sarih, XII, 244; Karaman, a.g.e., s. 361-362.

[332] Hamidullah,/s/â/n Peygamberi, II, 1116.

[333] Buharî, Sahih, III, 120.

[334] Razî, Mefatih, IX, 203; Miras, Tecrid-i Sarih, XII, 244.

[335] Razî, a.g.e., IX, 203; M. Uğur, İslâm Toplumu, s. 24.

[336] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, V, 177; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XIII,178-180.

[337] Tirmizî, Sünen, III, 634; Mergınanî, Hidaye, III, 230; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, V, 175-177; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XIII, 179.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/258-260.

[338] Koksal, Hz. Muhammed ve îslâmiyet (Mekke Devri), s.143.

[339] A. Emin, Yevmü'l-îslâm s. 24.

[340] İbn Hişâm, Sîre, III, 101; Buharî, Sahih, II, 82.

[341] A. Emin, Fgcru'l-İslâm, s. 9-11.

[342] İbnü'1-Esîr, Nihâye, III, 40.

[343] Süheylî, Ravdu"-Unuf, VI, 561; İbnü'1-Esîr, Nihâye, II, 186.

[344] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/260-262.

[345] Buharî, Sahih,  II, 126-128; Müslim, Sahih, II, 1141-1142.

[346] Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 36.

[347] Zeydan, a.g.e., iV, 37.

[348] Ebu Davud, Sünen, IV, 262-264; Zeydan, a.g.e., IV, 37.

[349] Buharî, Sahih, III, 29; Tirmizî, Sünen, III, 537; Zeydan, a.g.e., IV, 38-41.

[350] Buharî, Sahih, VIII, 9; Zeydan, a.g.e., IV 39-40.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/262.

[351] İbn Hişam, Sire, II, 85; en-Necîramî, Eymanü'l-Arab, s. 34-35.

[352] İbn Habib,Muhabber, s. 166; tbnü'1-Esîr,Nihâye, III, 386.

[353] İbn İshak, Sîre, s. 86-87; İbn Hişam, Sîre, I, 209.

[354] İbn Hişâm, a.g.e., 1,141-142; ibn Habib, Muhabber, s. 167; Îbnü'1-Esîr, Nihâye, III, 149.

[355] Cevheri, Sıhâh, V, 1855.

[356] İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Asnâm, s. 12.

[357] Necîramî, Eymanü'l-Arab, s. 26.

[358] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 27.

[359] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 19.

[360] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 10.

[361] Buharı, Sahih, IV, 238.

[362] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XVI, 299.

[363] Ebu Davud, Sünen, III, 570; Tirmizî, Sünen, IV, 110.

[364] Neciramî, a.g.e., s. 27, 37-38.

[365] Ebu Ali el-Kâlî, Zelü'l-Emalî, s. 51; Neciramî, a.g.e., s. 23; Îbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 14; İbn Hişam. Sîre, I, 87.

[366] Necîramî, a.g.e., s. 15.

[367] Buharı, Sahih, IV, 236-237; îbn Habib, a.g.e., s. 335-336.

[368] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/263-264.

[369] Serahsî, Mebsut, XXVI, 109; Îbnü'1-Esîr, Nihâye, IV, 62.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/264-265.

[370] Buharı, Sahih, IV, 237; Nesâî, Sünen, VIII, 4.

[371] Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 29-30.

[372] Müslim, Sahih, III, 1307-1308; Ebu Davud, Sünen, IV, 637-639.

[373] Çağatay, Cahiliye Çağı, s. 138.

[374] Çağatay, a.g.e., s.100,138.

[375] İbn İshâk, Sire, s. 83; İbn Hişam, Sire, I, 205; Taberî, Tarih, II, 286.

[376] İbn Habib, a.g.e., s. 328.

[377] İbn Habib, a.g.e., s. 327-328; Şehristanî, el-Milel, II, 249.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/265-266.

[378] ibn İshak, S,re, s. 14; İbn Hişam, Sire, I, 163; Hamidullah, Resulullah Muhammed. s. 21.

[379] Süheylî, Rav du'l-lnuf, II, 139.

[380] Belâzüri, Enzab, s. 72-74; İbnü'1-Esîr, el-Kamil, II, 15.

[381] Buharî, Sahih, IV, 237; Nesaî, Sünen, VIII, 4.

[382] İbn Sa'd, Tabakat, I,128.

[383] Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, s. 31.

[384] Tirmizî, Sünen, IV, 27; İbn Mace, Sünen, II, 883.

[385] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/266-267.

[386] Nesaî, Sünen, VII, 237; Taberî, Camiu'l-Beyan, VIII, 16.

[387] Taberî, a.g.e., VII, 68-72.

[388] Kardavî, İslâm'da Helal ve Haram, s. 52.

[389] İbnü'l-Kelbî, KitâbüVAsnâm, s.3.

[390] A. Emin, Fecru'l-îslâm, s. 9; Hamidullah,/s/âm Peygamberi, II, 1126.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/267-268.

[391] Buharı, Sahih, VI, 242; Müslim, Sahih, III, 1570-1571.

[392] Buharı, Sahih, VI, 241-243; Müslim, Sahih, III, 1573-1574.

[393] Buharî, Sahih, VI, 242; Müslim, Sahih, III, 1586.

[394] Buharı, Sahih, VI, 241-243; Müslim, Sahih, III, 1586.

[395] Buharî, Sahih, VI, 241-243.

[396] Ebu Davud, Sünen, IV, 89-90.

[397] A.O. Ateş, a.g.e., s. 422-423.

[398] İbn Habib, Muhabber, s.333-335; Tfeberî, Camiu'l-Beyan, II, 360.

[399] îmam Malik, Muuatta, II, 655.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/268-269.

[400] Buharî, Sahih, III, 25; Müslim, Sahih, III, 1554.

[401] Buharı, Sahih, III, 54; Müslim, Sahih, III, 1197.

[402] Buharı, Sahih, III, 23; Müslim, Sahih, III, 1159.

[403] Buharı, Sahih, III, 32-34; Müslim, Sahih, III, 1165.

[404] Buharı, Sahih, III, 28-29; Müslim, Sahih, III, 1156.

[405] Buharı, Sahih, III, 24; Müslim, Sahih, III, 1554-1156.

[406] İbnü'1-Esîr, Nihâye, I, 416.

[407] Aynî, Umdetü'l-Kârl, XI, 266.

[408] Aynî, a.g.e., XI, 192-193.

[409] Nevevî, Minhâc, X, 192-193.

[410] Nevevî, a.g.e., X, 195.

[411] Nevevî, a.g.e., X, 156; Aynî, a.g.e., XI, 264.

[412] Buharı, Sahih, III, 12, 43; Müslim, Sahih, III, 1198.

[413] Buharî, a.g.e., III, 43-44, 46; Müslim, a.g.e., III, 1205,1207.

[414] Buharî, a.g.e., III, 43-44, 46; Müslim, a.g.e., III, 1226-1227; Aynî, a.g.e., XII, 61.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/269-271.

[415] İmam Malik, Muvatta, II, 672-674.

[416] Kutub, Fizüaü'l-Kur'ân, Tere. II, 121-122.

[417] İbn Hişâm, Sire, IV, 250-251; Ebu Davud, Sünen, III, 628-630.

[418] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XI, 201.

[419] Yazır, Hak Dini, II, 972.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/271-272.

[420] İbn Mâce, Sünen, II, 816; İmam Malik, Muvatta, II, 728.

[421] Darakutnî, Sünen, III, 78; Beyhakî, Sünen, VI, İH.

[422] îmam Malik, Muvatta, II, 668.

[423] İbn Hişam, Sire, 1,199; İbn Mace, Sünen, II, 768.

[424] Îbnü'1-Esir, Nihaye, I, 447; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XII, 213.

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/272.